27 Eylül 2022 Salı

Türkiye'de gelir dağılımının 40 yılı

Bir ülkede üç tür gelir dağılımından bahsedilebilir. Bunlardan birincisini bölgesel gelir dağılımı (toplam gelirin ülkenin bölgeleri arasındaki bölüşümü), ikincisini fonksiyonel gelir dağılımı (toplam gelirin üretim faktörleri olan emek, sermaye, girişim ve doğa arasındaki bölüşümü), üçüncüsünü de bireysel gelir dağılımı (toplam gelirin bireyler veya hanehalkları arasındaki bölüşümü) oluşturur. Bu noktada fonksiyonel gelir dağılımında daha çok emek ve sermaye arasındaki bölüşümle ilgilenildiğini de belirtelim. Bu gelir dağılımları birbirinden bağımsız değildir, aralarında etkileşim vardır. Özellikle fonksiyonel gelir dağılımı ile bireysel gelir dağılımı arasında yakın bir ilişki olduğu kabul edilir. Üst gelir grupları daha çok sermaye sahiplerinden, orta ve alt gelir grupları ise daha çok emekçilerden oluştuğu için fonksiyonel gelir dağılımındaki bir değişimin bireysel gelir dağılımına da yansıması beklenir. 

Türkiye'de anketlerle elde edilen bireysel gelir dağılımı verileri yıllık bazda hesaplanır ve 1,5 yıl kadar gecikmeli olarak yayınlanır. Türkiye'de fonksiyonel gelir dağılımı verileri ise çeyreklik olarak hesaplanan ve sadece 2-3 aylık gecikmeyle yayınlanan gelir yöntemiyle milli gelir verilerinden kabaca da olsa elde edilebilmektedir. Bu yüzden de fonksiyonel gelir dağılımındaki gelişmeler daha göz önündedir. Ayrıca bireysel gelir dağılımına ilişkin veriler yıllık zaman serisi olarak 2002'den bu yana elde edilebilirken fonksiyonel gelir dağılımına ilişkin veriler iki ayrı milli gelir serisine dayanılarak çeyreklik olarak 1987'ye ve yıllık olarak 1980'e kadar geri gidebilmektedir.

Aşağıda bu verilerden yararlanarak oluşturduğum ve işgücü ödemelerinin gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) içindeki payını 1980 yılından başlayarak gösteren bir grafik var. Her ne kadar kendi hesabına çalışanların gelirlerini kapsamadığı için böyle tanımlanmasına karşı itirazlar olsa da işgücü ödemeleri kabaca emek geliri olarak kabul ediliyor. Burada bu tartışmaya girmeden bu grafiğin neler gösterdiğine ilişkin bazı yorumlar yapmak istiyorum.


1) Grafikte 1980'lerin ilk yarısında emek gelirinin GSYH içindeki payının hızla gerilediğini görüyoruz. 1980'de %27,1 olan bu oran 1986'da %19,4'e kadar iniyor. Bu dönemin ilk üç yılı 12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan askeri yönetim dönemiydi. Toplumsal muhalefetin bastırıldığı, grevlerin yasaklandığı bu dönemde ekonomide ise ihracata dayalı bir büyüme stratejisi benimsenmişti. 1983'ün sonlarında tek başına iktidara gelen ANAP aynı politikalara devam etti. 1980'de üç haneye çıkan enflasyonun 1981'de %30'lara çekilmesinin bu ortamda emekçilere hiç faydası olmadı. Bu dönemde gelir dağılımının emek aleyhine bozulması işte bunların sonucu gibi görünüyor. 

2) 1980'lerin sonu ile 1990'ların başında emek gelirinin GSYH içindeki payının hızla yükseldiği dikkati çekiyor. Bu oran 1992'de %31,9'a kadar çıkıyor. Bu dönem sendikal mücadelenin ve grev sayısının doruğa çıktığı, ANAP'ın iktidarını korumaya çalıştığı ama bunu başaramadığı ve 1991 sonunda onun yerine DYP-SHP koalisyon hükümetinin geldiği bir dönemdi. Bu dönemde enflasyon %30'lardan %60'lara tırmansa da yukarıdaki faktörlerin etkisiyle ücretlere daha yüksek oranlı zamlar yapılması bunun olumsuz etkisini telafi etti.

3) 1994 ve 1995'te emek gelirinin GSYH içindeki payı hızla düşerek %22,2'ye indi. Bu ekonominin %5,5 küçüldüğü ve enflasyonun bir kez daha üç haneye tırmandığı 1994 krizinin ürünüydü.

4) 1996-1999 arasında emek gelirinin GSYH içindeki payında bir toparlanma oldu. Bu oran 1999'da %27,7'ye çıktı. Bu dönem istikrarsız koalisyon ve azınlık hükümetlerinin birinin gelip birinin gittiği, siyasi açıdan çok çalkantılı bir dönemdi. Enflasyon %80'lere oturmuştu ve ekonomide dengeler giderek bozuluyordu. Aslında sendikal mücadele zayıftı ama belki de bu ortamda bir de emekçilerle uğraşmak zorunda kalmamak için olsa gerek ücretlere yapılan zamlar genelde enflasyonun üzerinde tutulmuştu. Mesela net asgari ücretin 1999'daki ortalaması 1998'deki düzeyini %130,7 aşıyordu. Bu dönemdeki toparlanmanın temel nedeni bu gibi görünüyor.

5) 2000 ve 2001 yıllarında emek gelirinin GSYH içindeki payında yeni bir düşüş olduğunu ve bu oranın %24,9'a indiğini görüyoruz. Bu düşüş 2000 yılı başında uygulamaya sokulan enflasyonu düşürme programının yarıda kalmasına neden olan Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinden kaynaklandı. Bu dönemde ücret artışları hedeflenen enflasyona göre yapılmış ama evdeki hesap çarşıya uymayınca krizin faturası emekçilere çıkmıştı.

6) 2002-2006 arasında emek gelirinin GSYH içindeki payının %25 dolayında sabit kaldığı dikkati çekiyor. Son 40 yılda bu oranın böyle yatay seyrettiği bir başka dönem yok. Bu dönem 2001 krizi sonrasında devreye sokulan ve 2002 sonunda tek başına iktidara gelen AKP'nin de uygulamaya devam ettiği istikrar programıyla enflasyonun tek haneye çekildiği bir dönemdi. Bu dönemde de ücret artışları genelde hedeflenen enflasyona göre belirlenmişti ama bu kez enflasyon hedeflenenden de hızlı düşünce ücretler reel olarak bir miktar artmıştı. Fakat ücretlerdeki bu artış emekçilerin ekonomide yakalanan yıllık ortalama %7,5 dolayındaki büyümeden pay alabilecekleri kadar yüksek de olmamıştı. Netice itibariyle bu dönemde enflasyonda yaşanan düşüş ve ekonomide gerçekleşen hızlı büyüme gelir dağılımında bir iyileşme yaratmadı.

7) 2007'den 2016'ya kadar emek gelirinin GSYH içindeki payı genelde artış eğilimindeydi. Bu oran 2016'da %32 ile son 40 yıldaki en yüksek seviyesine çıktı. Bu dönemde ekonomide göreli bir istikrar vardı. Enflasyon genelde tek hanedeydi. Biraz dalgalı olmakla birlikte yıllık ortalama ekonomik büyüme ise %5 dolayındaydı. Bu dönem boyunca AKP tek başına iktidardaydı ama bu siyasi açıdan istikrarlı bir dönem değildi. İktidar partisine açılan kapatma davasına, iki anayasa referandumuna, Türkiye'nin tarihinde ilk kez bir genel seçimin tekrarlanmasına, bir askeri darbe girişimine sahne olan bu dönem AKP'nin iktidarını sağlama alma çabasıyla geçti. Muhtemelen bu çabanın bir sonucu olarak da asgari ücrete genelde enflasyonun üzerinde zamlar yapıldı. Asgari ücretin giderek "genel" ücret haline dönüşmesiyle bu zamların emek gelirinin GSYH içindeki payına etkisi de zamanla arttı. Özellikle 2016 başında yapılan %33,5'lik zam bu konuda çok etkili oldu.

8) Emek gelirinin GSYH içindeki payı 2016 yılında zirveyi gördükten sonra yeniden düşüşe geçti. Bu düşüş özellikle son üç yılda çok hızlanmış durumda. 2021'de %26,9'a inen bu oran bu yılın ilk yarısında biraz daha düşüp %24,8'e kadar geriledi. Bu dönemin temel niteliği 2017'deki referandumla cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesi ve böylece iktidarın aşırı güçlenmesi oldu. Bu güç iktidara ekonomiyi istediği gibi yönetme imkanını verdi. Bu uğurda Merkez Bankası başkanını üç kez değiştirmekten bile çekinilmedi. Ancak bu dönemde uygulanan politikaların sonuçları pek de hayırlı olmadı. 2018'de daha cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilir geçilmez ekonomide bir kriz yaşandı. Üstelik bu dönemde iktidarın şansı da pek yaver gitmedi. Tam ev yapımı krizin üstesinden gelinirmiş gibi görünürken dünyada koronavirüs krizi patladı. Bu kriz de atlatılmış gibi görünürken ve ekonomide yeni bir model denemesine girişilmişken Rusya-Ukrayna Savaşı nedeniyle dünyada işler bir kez daha karıştı. Bütün bunların sonucu enflasyonun patlaması oldu. 2016'da %7,8 olan yıllık ortalama enflasyon 2021'de %19,6'ya ulaştı, bu yıl ise %70'i aşacak gibi görünüyor. Enflasyondaki bu patlamaya net asgari ücrete ocak ayında yapılan %50,5'lik zam bile dayanamadı. Muhtemelen temmuz ayında yapılan %29,3'lük ek zam da dayanamayacak. Bu dönemde zaman zaman gerçekleşen ucuz krediye dayalı büyüme de emekçi kesime değil sermayeye yaradı. İşte son dönemde gelir dağılımının emek aleyhine bozulmasının temel nedenleri bunlar gibi görünüyor. 

Bu anlattıklarımdan, maalesef, pek de hoş bir sonuç çıkmıyor. Anlaşılan o ki Türkiye'de güçlü iktidarlar, bilerek veya bilmeyerek, gelir dağılımının emekçiler aleyhine bozulmasına neden olan politikalar izliyor. Aslında dünyada da eğilim bu yönde olduğu için bunda çok da şaşacak bir durum yok. Türkiye'de gelir dağılımında emek lehine düzelmeler sadece hükümetlerin iktidarda kalmak için halkın desteğine çok ihtiyaç duydukları dönemlerde gerçekleşiyor. Fakat bu dönemler de siyasi istikrarsızlığın had safhaya çıktığı dönemler oluyor ve elde edilen kazanımlar kalıcı hale gelmiyor. Gelir dağılımında kalıcı bir iyileşme yaşanması için hem siyasi istikrarın sağlandığı hem de emek lehine politikaların izleneceği bir döneme ihtiyaç var. Bu dönemin kendiliğinden çıkıp geleceği ise yok. Bunun için toplumun çoğunluğunun nihayetinde emekçi olduğunun farkına varması ve başka tür bölünmüşlükleri bir tarafa bırakıp güçlerini birleştirerek güçlü iktidarlara da emekten yana politikalar izlemeleri için bastırması gerekiyor.

21 Eylül 2022 Çarşamba

Yeni Ekonomi Modeli neden çalışmadı?

Bundan bir yıl önce 23 Eylül'de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın (TCMB) Para Politikası Kurulu'nun (PPK) rutin toplantısı vardı. O toplantıdan 100 baz puanlık faiz indirimi çıkmış, %19 olan para politikası faizi %18'e düşürülmüştü. Her ne kadar o dönemdeki ekonomi yönetiminin toplantıdan önceki günlerde yaptıkları açıklamalardan bu toplantıdan bir faiz indiriminin çıkacağı anlaşılmışsa da enflasyonun %19,3 yani para politikası faizinin üzerinde olduğu bir ortamda bu indirimin gelmesi yine de çoğu iktisatçıyı şaşırtmıştı. Çünkü ben de dahil bu iktisatçıların "ezber"ine göre böyle bir ortamda faizin indirilmesi değil yükseltilmesi gerekirdi. Bu iktisatçılara göre böyle bir ortamda faiz indirimi yapılmasının sonucu ise kurların sıçraması ve dolayısıyla enflasyonun yükselmesi olurdu. 

Tabii o sırada bunun Yeni Ekonomi Modeli (YEM) -veya son dönemdeki adlandırmayla Türkiye Ekonomi Modeli (TEM)- denen bir modelin ilk adımı olduğunu bilmiyorduk. Fakat sonraki üç ayda hem faiz indirimlerinin devamı hem de söz konusu modele geçildiği açıklaması geldi. Yapılan açıklamaya bakılırsa YEM'in temelini "düşük faiz" ve "rekabetçi kur" oluşturuyordu. Modele göre "düşük faiz" ile yatırımlar desteklenecek, büyüme ve istihdam sürdürülebilir hale getirilecek, "rekabetçi kur" avantajı ve yatırımların artmasıyla ihracat arttırılıp ithalat düşürülecek, böylece de cari açık cari fazlaya evrilerek dış borca bağımlılık ortadan kaldırılacaktı. Cari açık cari fazlaya dönünce dövizin bollaşmasıyla kur üzerindeki baskının da ortadan kalkacağı ve enflasyonun düşeceği iddia ediliyordu.

Fakat aradan geçen bir yılda sonuç bu modelin uygulayıcılarının beklediği gibi değil, söz konusu iktisatçıların söyledikleri gibi oldu. TCMB'nin eski başekonomisti ve şimdinin Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Hakan Kara'nın twitter'da ifade ettiği gibi, cari açık azalacağına iki katına çıktı, enflasyon da düşeceği yerde hızla yükselip dörde katlandı.


Acaba Yeni Ekonomi Modeli şu ana kadar neden çalışmadı? Daha önemlisi, bundan sonra çalışabilir mi? Modelin uygulamacılarına bakılırsa ilk sorunun yanıtı şubat ayında patlayan Rusya-Ukrayna Savaşı'nda yatıyor. Onlara göre bu savaş dünya emtia fiyatlarında yükseliş getirdiği için cari açığı düşürmek mümkün olmadı. Modelin uygulamacıları, sanırım, ikinci sorunun yanıtının ise "evet" olduğunu düşünüyor. Onlar barışın sağlanmasıyla modelin bekledikleri sonuçları vereceğinden emin gibi görünüyor. 

Fakat bana göre Yeni Ekonomi Modeli'nin şu ana kadar çalışmamasının esas nedeni yanlış parametrelere dayanıyor olması. İşin doğrusu Türkiye'de "rekabetçi kur" diye bir şeyin çalışması zaten pek olası değildi ve bundan sonra da çalışması çok mümkün değil. Çünkü Türkiye'nin ihracatı fiyatı düşünce kapış kapış satın alınacak ürünlerden oluşmuyor. Ayrıca ihracatın ithal girdi içeriğinin yüksek olması nedeniyle kurlardaki artış maliyetleri yükselterek ihracatta kazanılan avantajı kısa sürede ortadan kaldırıyor. Bu yüzden Türkiye'nin ihracatı kura duyarlı değil. İhracatımız esas olarak dünya ekonomisindeki büyümeye bağlı olarak hareket ediyor. Çünkü dünya ekonomisi büyüdüğünde genellikle ihracat pazarlarımızdaki talep de yüksek oluyor.

1988-2021 dönemi verileriyle reel mal ve hizmet ihracatındaki değişimin (MHIHD) tüketici fiyat endeksi bazlı reel kur endeksindeki değişime (RKD) ve dünya ekonomisindeki büyümeye (DUNBUY) duyarlılığını ölçen bir modelin sonuçlarını gösteren aşağıdaki tablo buna işaret ediyor. Modelin sonuçları reel kurdaki değişimin mal ve hizmet ihracatı üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi olmadığını gösteriyor. Buna karşılık dünya ekonomisindeki her 1 puanlık büyümenin ise Türkiye'nin mal ve hizmet ihracatındaki değişimi 3 puan kadar yükselttiği görülüyor.


Yukarıdaki tablonun sunduğu bilgi yeni değil. Türkiye'de bu konu üzerine yapılan ve bir kısmı da TCMB bünyesinde gerçekleştirilmiş olan pek çok çalışma aynı şeyi söylüyor. Hal böyleyken Yeni Ekonomi Modeli'nin uygulayıcılarının nasıl olup da böyle bir işe giriştiklerini anlamak zor. TCMB'deki uzmanlara sormuş olsalardı, onlar muhtemelen bu modelin çalışmayacağını söylerlerdi. Bana göre en iyi açıklama, ekonomiyi canlı tutmak için indirilen faizin kurlarda yarattığı yükseliş karşısında geri adım atmak yerine buna kılıf bulmak için bu modelin icat edilmiş olması gibi görünüyor. Bu modelin faiz indirimi sürecinin başında değil de bu indirim kurları sıçrattıktan sonra ilan edilmiş olması, yani kervanın yolda düzülmesi, bana böyle düşündürüyor. Fakat her şeyin bilerek ve isteyerek yapıldığını iddia edenler de var. Kim bilir, belki de onlar haklıdır.

14 Eylül 2022 Çarşamba

Dini bayram tatillerinin ekonomiye etkisi

Bilindiği gibi Türkiye’de kutlanan iki dini bayram vardır. Bunlardan biri Ramazan Bayramı, diğeri de Kurban Bayramı’dır. Bunların ilkinde 3,5 günlük, ikincisinde ise 4,5 günlük resmi tatil bulunmaktadır. Ülkemizde zamanın ölçüsü olarak Miladi takvim kullanılırken bu bayramlar Hicri takvime göre kutlanır. Dünyanın güneşin çevresinde dönmesini esas alan Miladi takvim 365 gün -dört yılda bir 366 gün- çekerken, ayın dünyanın çevresinde dönmesini esas alan Hicri takvim ise 354 gün -bazı yıllarda 355 gün- çeker. Bu nedenle dini bayramlar her yıl 10-11 gün geriye doğru hareket eder. Bu yüzden dini bayramlardaki tatillere “hareketli tatiller” adı verilir. 

Dini bayram tatillerinin bu hareketliliği Türkiye’de ekonomik göstergelerin yorumlanmasında ek bir zorluğa yol açmaktadır. Dini bayram tatilleri Türkiye’de özellikle sanayi üretimi ile dış ticaret verileri üzerinde çok etkili olmaktadır. Dini bayram tatilleri her yıl aynı tarihe denk gelseydi, ekonomik göstergelere olan etkileri mevsimsel düzeltme yöntemleriyle yakalanabilirdi. Mevcut durumda ise bu etkiler mevsimsel düzeltme yöntemleriyle yakalanamamakta ve sürekli yer değiştiren bir baz etkisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden ekonomik göstergeler yorumlanırken dini bayram tatillerinin denk geldiği dönemlere özel bir ilgi gösterilmesi şarttır. 

İşin kötüsü, dini bayram tatillerinin etkileri sadece iş günü kaybı şeklinde de ortaya çıkmamaktadır. Özellikle tamamı hafta içine denk gelip de "köprü günü etkisi" denen mekanizmayla hafta sonu tatilleriyle birleşip dokuz güne uzadığı dönemlerde bu tatiller ekonomik göstergelerde dalgalanmalara da yol açmaktadır. Böyle dönemlerde, teslim tarihi bayram tatiline denk gelen siparişlerin önceden yetiştirilmeye çalışılması, bayram tatilleri öncesinde sanayi üretiminde ve ihracatta ek bir artışın ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Bayram tatilleri sırasında gümrüklere gelip biriken ithal malların tatil sonrası topluca çekilmesi ise bayram tatilleri sonrasında ithalatta ek bir artış yaratmaktadır. Bayram tatillerinin ayın ortalarına denk geldiği dönemlerde, aynı ay içinde olup bittikleri için, bu etkiler aylık verilere çok yansımamaktadır. Ancak bayram tatillerinin ayın başlarına veya sonlarına denk geldiği dönemlerde, bir kısmı önceki ya da sonraki aya denk geldiği için, bu etkiler aylık verilerde dalgalanmalara neden olmaktadır. Bu yüzden özellikle sanayi üretimi ve dış ticaret verilerini yorumlarken bayram tatillerinin ayın hangi dönemine denk geldiğine de mutlaka dikkat etmek gerekmektedir.

Dini bayram tatillerinin bu etkileri, bu tatillerin bir aydan önceki aya kaydığı yıllarda daha da belirgin olmaktadır. Örneğin sanayi üretimi 2021 yılının temmuz ayında yıllık bazda %1,5 düşmüştü. Bu düşüş 2020 yılında büyük bölümü ağustos ayına denk gelen Kurban Bayramı tatilinin 2021’de tamamının temmuz ayına kaymasından kaynaklanmıştır. Bu durum 2021’in temmuz ayında iş günü sayısının 2020’nin aynı ayına göre düşmesine neden olurken, 2021’in ağustos ayında ise iş günü sayısının 2020’nin aynı ayına göre artmasını sağlamıştır. 2021’in ağustos ayında sanayi üretiminde yıllık bazda yaşanan %20’lik yükselişte iş günü sayısındaki artışın da etkisi vardır.

Gelelim bu yıl temmuz ayında neler olduğuna... Temmuz ayında sanayi üretiminin takvim etkisinden arındırılmış seriye göre yıllık bazda %2,4 arttığını, mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış seriye göre aylık bazda ise %6,2 düştüğünü gördük (bkz). Bu yıl temmuz ayında Kurban Bayramı tatili, 15 Temmuz'daki resmi bayram tatiliyle de birleşerek 10 güne uzadı. Bu da temmuz ayındaki iş günü sayısını hem geçen yılın temmuz ayına hem de bu yılın haziran ayına göre düşürdü. Geçen yıl da Kurban Bayramı temmuz ayına denk geldiği için, geçen yılın aynı ayına kıyasla yaşanan iş günü kaybı o kadar yüksek olmadı. Buna karşılık temmuz ayındaki iş günü sayısı haziran ayına kıyasla ise büyük düşüş gösterdi. İşte temmuz ayında sanayi üretiminin önceki aya göre %6,2 gibi olağanüstü bir düşüş göstermesi bundan kaynaklanıyor. Her ne kadar bu düşüş mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış seriden hesaplanıyor olsa da her yıl bayram tatiline denk gelen aylarda bu tür dalgalanmalar olması bu arındırma işleminin bayram etkisini tam olarak gideremediğini gösteriyor.

Kısacası, temmuz ayında sanayi üretiminde gördüğümüz performans kaybının bir bölümü iç ve dış talepteki olumsuz gelişmelerden kaynaklanırken bir bölümü de bayram etkisinden kaynaklanmış gibi görünüyor. Bayram etkisi yıllık bazdaki üretim artışına daha az, aylık bazdaki üretim artışına ise daha çok yansımışa benziyor. Bayram etkisinin geçmesiyle muhtemelen ağustos ayında yıllık bazdaki artışta bir miktar yükseliş görürken aylık bazda da tekrar artış göreceğiz. Üçüncü çeyrekte sanayi üretiminin ve dolayısıyla ekonomideki büyümenin ne olacağını ağustos ayındaki bu toparlanmanın boyutunu gördükten sonra daha iyi anlayabileceğiz.

13 Eylül 2022 Salı

Net hata ve noksan neden kaynaklanır?

Net hata ve noksan (NHN), ödemeler dengesinin kamuoyunda en çok tartışılan kalemlerinden biridir. Bunun nedeni zaman zaman büyük boyutlara ulaşmasıdır. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın (TCMB) ödemeler dengesine ilişkin aylık verileri 1992 yılından başlıyor. Aşağıdaki şekilde aylara göre yıllık NHN’nin Ocak 1993-Temmuz 2022 dönemindeki seyrini görüyorsunuz. Şekilde özellikle son 15 yılda NHN’nin zaman zaman her iki yönde de 10 milyar doları bile aştığı görülmektedir. 2018'de ve son dönemde yukarı yönde 20 milyar dolar sınırı da aşılmıştır. Eldeki son verilere göre, temmuz ayı itibariyle bu tutar 21,2 milyar dolardır.


TCMB bünyesinde yapılan bir çalışmada, Çıplak (2005), NHN’nin nedenlerini dört başlıkta özetlemiştir: 

1) İthalat ve ihracat için malın hareketi ile ödemenin farklı bilanço dönemlerine yansıması durumundaki zaman uyumsuzluğu, 
2) Gümrük işlemlerine ilişkin beyanat hataları, 
3) Ödemeler dengesindeki çeşitli kalemlerden elde edilen gelirlerin sistem dışına (yastık altına - kasalara) çıkarılması veya finansman esnasında sistem dışından kaynak kullanılması şeklindeki kayıt dışı işlemler, 
4) Bazı verilerin (turizm ve bavul ticareti) anketler yoluyla elde edilmesindeki hatalar.

Bunlardan özellikle üçüncüsü önemlidir ve NHN’deki büyük dalgalanmalar bununla açıklanabilir. Çıplak (2005: 3-4), NHN’nin kriz dönemlerinde negatif ve istikrarlı dönemlerde pozitif işaret alma eğiliminde olduğu tespitini yapmakta, bunun da özel sektörün kriz dönemlerinde döviz varlıklarını sistem dışına (yastık altına veya kayıt dışı yollardan yurtdışına) çıkarma ve istikrarlı dönemlerde ise sisteme dahil etme eğilimine girdiğine işaret ettiğini belirtmektedir. Benzer durum bu çalışmanın yapıldığı tarihten sonraki verilerde de gözlenmektedir. Belki bir değişiklik günümüzde özel sektörün dış borçlarının çok büyük boyutlara ulaşması ve vadesi gelen ödemelerini yapabilmek için istikrarsız dönemlerde sistem dışındaki kaynaklarını kullanmak zorunda kalmasıyla yaşanmış olabilir. Örneğin Aralık 2018’de NHN’nin 22,7 milyar dolara ulaşıp rekor kırması bununla açıklanabilir. Son aylarda gördüğümüz yükseliş de bundan kaynaklanıyor olabilir. Ancak her koşulda NHN’deki dalgalanmalar ekonomideki dalgalanmalarla alakalı gibi görünüyor. Şekilde 2008 sonrasında NHN’nin dalga boyunun arttığı dikkati çekiyor. Bu durum da söz konusu dönemde finansal piyasalardaki istikrarsızlığın artmasıyla ilişkilendirilebilir.

Bu arada zaman içinde ödemeler dengesinin hesaplanma yöntemlerinin iyileşmesiyle yapılan revizyonlarla geçmiş dönemlerdeki NHN’nin düşebildiğini de belirtelim. Yani birkaç yıl sonra bu verilere yeniden baktığımızda yukarıdaki şekildekinden biraz daha farklı bir görünümle karşılaşabiliriz.

Kaynaklar

Çıplak, U. (2005), Ödemeler Dengesinde “Net Hata ve Noksan” Kalemi Üzerine Bir Değerlendirme, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, TCMB Bünyesinde Yapılan Çalışmalar. (erişim)

7 Eylül 2022 Çarşamba

Enflasyonun iki ölçüsü: TÜFE ve GSYH deflatörü

Tüketici fiyat endeksi (TÜFE) ve gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) deflatörü enflasyonun iki ölçüsüdür. TÜFE aylık olarak yayınlandığı GSYH deflatörü ise üç ayda bir yayınlanan cari ve sabit fiyatlı GSYH verilerinden hesaplandığı için ilki ikincisinden daha popülerdir. Bu iki ölçüden hesaplanan enflasyon oranları normalde birbirine paralel seyreder ama Türkiye'de son dönemde ikisi arasında belirgin bir ayrışma var. Üstelik bu ayrışma beklenen yönde de değil. Ne demek istediğimizi anlatabilmek için öncelikle bu iki ölçü arasındaki farklardan bahsedelim.

TÜFE ile GSYH deflatörü arasında üç temel fark vardır. Birinci fark, TÜFE sadece tüketiciler tarafından satın alınan mal ve hizmetlerin fiyatlarını ölçerken GSYH deflatörünün ekonomide üretilen tüm mal ve hizmetlerin fiyatlarını ölçmesidir. Yani GSYH deflatörü firmalar ve hükümet tarafından satın alınan mal ve hizmetlerin fiyatlarını da içerir. İkinci fark, TÜFE yurtdışında üretilmiş malları da kapsarken GSYH deflatörünün sadece yurtiçinde üretilmiş olan malları kapsamasıdır. Mesela Almanya'da üretilip Türkiye'de satılan bir otomobilin fiyatı TÜFE içinde yer alırken GSYH deflatörü içinde yer almaz. Üçüncü fark, TÜFE farklı mal fiyatlarına sabit ağırlıklar verirken GSYH deflatörünün değişen ağırlıklar vermesidir. Yani TÜFE sabit bir mal sepeti kullanılarak hesaplanırken, GSYH deflatörü, GSYH'nin bileşimi zaman içinde değiştikçe mal sepetinin değişmesine imkan verir.

Burada ele aldığımız konu açısından bu üçüncü fark özellikle önemlidir. Mankiw'den (2009: 36) şu alıntı bunun önemini daha iyi anlamanızı sağlayabilir: 

"İktisatçılar sabit bir mal sepetine sahip bir fiyat endeksini Laspeyres endeksi ve değişken bir mal sepetine sahip bir fiyat endeksini de Paasche endeksi olarak adlandırırlar. Hangisinin hayat pahalılığının daha iyi ölçüsü olduğunu belirlemek için iktisat teorisyenleri bu farklı türlerdeki fiyat endekslerinin özellikleri üzerinde çalışıp durdular. Zamanla ortaya çıkmıştır ki, hiçbiri açıkça bir diğerinden üstün değildir. Farklı malların fiyatları farklı miktarlarda değiştiği zaman Laspeyres (sabit sepet) endeksi hayat pahalılığını daha fazlaymış gibi gösterme eğiliminde olacaktır çünkü bu endeks tüketicilerin daha ucuz mallarla daha pahalı malları ikame etme imkanları olduğunu dikkate almamaktadır. Bunun aksine Paasche (değişken sepet) endeksi hayat pahalılığındaki artışı, olduğundan daha az gösterme eğilimindedir. Paasche endeksi alternatif malların ikamesini dikkate almasına rağmen böyle bir ikameden kaynaklanabilecek tüketicinin refahındaki azalmayı yansıtmamaktadır."

TÜFE bir Laspeyres endeksi GSYH deflatörü ise Paasche endeksidir. Bu bilgiler ışığında, enflasyonun hızla yükseldiği dönemlerde tüketicilerin pahalı malları ucuz mallarla ikame etmesi nedeniyle TÜFE'nin hayat pahalılığını olduğundan daha yüksek, GSYH deflatörünün ise olduğundan daha düşük yansıtmasını beklememiz gerekir. Yani TÜFE'deki artış GSYH deflatöründeki artışın üzerine çıkmalıdır. Nitekim Mankiw'in Makroekonomi kitabının İngilizce orijinalinden aldığımız aşağıdaki grafiğin gösterdiği gibi ABD'de enflasyonun hızla yükseldiği 1970'li yıllarda böyle olmuştur. Daha aşağıdaki grafiğin baş tarafında Türkiye'de de durumun 1999'da böyle olduğu görülüyor ama enflasyonun füze gibi yükseldiği son tarafında GSYH deflatörünün TÜFE'yi sollayıp geçtiğini görüyoruz. Mesela ikinci çeyrekte TÜFE %74,1'lik enflasyona işaret ederken GSYH deflatörü %99,5'lik enflasyona işaret ediyor. Oysa teorik olarak bunun tam tersi olmalıydı.


Bu durum bu ikisinden en azından birinin yanlış ölçülüyor olabileceğini düşündürüyor. Eğer TÜFE doğru ölçülüyorsa GSYH deflatörü ondan daha düşük bir enflasyona işaret etmeliydi. Fakat o zaman da zaten pek inanılır gibi görünmeyen ekonomik büyüme olağanüstü yüksek seviyelere çıkardı. Yok eğer GSYH deflatörü doğru ölçülüyorsa o zaman TÜFE ondan daha yüksek bir enflasyona işaret etmeliydi. Elbette bunların ikisinin de yanlış ölçülüyor olması olasılığı da var. Bu olasılıklardan hangisinin doğru olduğunu bilmiyoruz ama hem enflasyon hem de buna bağlı olarak ekonomik büyüme hesaplarında bir sorun var gibi görünüyor.

Kaynaklar:

Mankiw, N. Gregory (2009). Makroekonomi. Çev. ed: Ömer Faruk Çolak. Ankara: Eflatun Yayınevi.