13 Nisan 2023 Perşembe

Ekonomik oy verme teorisi: Ekonomideki durumun seçim sonuçlarına etkisi

Dünyanın her yerinde hükümetler seçime doğru gidilirken bütçede kesenin ağzını açar ve ekonomiyi canlandırmak için kamu harcamalarına hız verir. Türkiye'de "seçim ekonomisi" adı verilen bu uygulamaya gidilmesi boşuna değildir. Her ne kadar her ülkede takım tutar gibi parti tutan ve hep aynı partiye oy veren bir "ideolojik seçmen" kitlesi varsa da oy tercihini geçim durumuna bakarak yapan ciddi bir seçmen kitlesi de vardır. İktidar için yarışan partilerin ideolojik seçmen sayıları birbirine yakın olduğunda, seçimi kimin kazanacağını bu seçmenlerin oyları belirler. Bu "ekonomik oy verme teorisi" üzerine özellikle ABD'de yapılmış çok sayıda çalışma var. Türkiye'de de bu konuda yapılmış çalışmalar mevcut. Türkiye üzerine özellikle Illinois Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ali T. Akarca'nın yaptığı çalışmalar meşhurdur.

Akarca'nın künyesini aşağıda görebileceğiniz* 2019 tarihli bir çalışmasında, Türkiye'de 1950'den bu yana yapılmış olan 35 genel, yerel, ara (eksilen milletvekillikleri için yapılan seçim), senato (1961-1980 arasında TBMM'ye ek olarak bir de Cumhuriyet Senatosu vardı) seçimin sonuçlarını ve bu seçimlere gidilirken ekonomik büyüme ve enflasyonun durumunu gösteren bir tablo var. Ben sadece bu tablodaki verileri aldım ve en sevdiğim grafik türü olan serpme diyagramına yerleştirdim. Doğrusu özellikle enflasyon ile seçim sonuçları arasındaki ilişki beni bile şaşırttı. Türkiye'de seçmenin daha çok ekonomik büyümeye önem verdiği, enflasyonu o kadar dikkate almadığı görüşü yaygındır. Fakat Akarca'nın (2019) verileri tam tersi bir sonuca işaret ediyor.

Aşağıdaki grafikte seçime gidilirken son bir yıllık dönemdeki enflasyon ile iktidardaki partinin veya iktidarda bir koalisyon hükümeti varsa en büyük koalisyon ortağının seçimde aldığı oy arasındaki ilişki görülüyor. Türkiye'de 1950'den beri yapılan 35 seçimden 2'si askeri yönetim dönemlerinde gerçekleştirildiği için geri kalan 33 gözlemden elde edilen bu grafik R-kare değeri 0,62 olan güçlü bir negatif korelasyona (korelasyon katsayısı -0,79) işaret ediyor. Bu da yüksek enflasyon dönemlerinde iktidar partisinin oylarının düştüğü anlamına geliyor. Elbette bu sonuçlar bazı açılardan tartışılabilir. Mesela yüksek enflasyon dönemleri genellikle koalisyon dönemlerine denk geldiği için iktidardaki en büyük partinin oyunun düşük olması normal görülebilir. Fakat koalisyon dönemlerinde iktidardaki en büyük partinin değil de tüm koalisyon ortaklarının oyu dikkate alındığında da R-kare değeri 0,49 olan bir negatif korelasyon (korelasyon katsayısı -0,70) çıkıyor. Ya da bütün seçimlerin aynı kefeye konulmasının doğru olmadığı, mesela genel seçimlerle yerel seçimlerin farklı dinamiklere sahip olduğu iddia edilebilir. Fakat sadece genel seçimlerin sonuçlarını dikkate aldığımızda da R-kare değeri 0,65 olan bir negatif korelasyon (korelasyon katsayısı -0,80) ile karşılaşıyoruz. Nedensellik veya şimdi benim aklıma gelmeyen başka açılardan da konu ele alınıp tartışılabilir ve bunlar akademik çalışmaya dönüştürülürse de literatürü zenginleştirebilir. Fakat şimdilik elimizdeki veriler Türkiye'de enflasyon ile seçim sonuçları arasında güçlü bir ilişki olduğunu düşünmek için yeterli gibi görünüyor.


Aşağıdaki grafikte ise seçime gidilirken son bir yıllık dönemde reel kişi başına gelirde yaşanan değişim ile iktidardaki partinin veya iktidarda bir koalisyon hükümeti varsa en büyük koalisyon ortağının seçimde aldığı oy arasındaki ilişki görülüyor. Burada R-kare değeri 0,09 olan pozitif ama zayıf bir korelasyon var. Koalisyon dönemlerinde iktidardaki en büyük partinin değil de tüm koalisyon ortaklarının oyu dikkate alındığında R-kare değeri 0,11'e çıkıyor ama yine de düşük kalıyor. Sadece genel seçimler dikkate alındığında da sonuç fazla değişmiyor; R-kare değeri 0,12 olan pozitif ama zayıf bir korelasyon ile karşılaşıyoruz. Bu sonuçlar da elbette çeşitli açılardan tartışılabilir ve akademik çalışmaya dönüştürülürse de literatüre katkıda bulunabilir. Fakat şimdilik elimizdeki verilerin Türkiye'de ekonomik büyüme ile seçim sonuçları arasında zayıf bir ilişki olduğuna işaret ettiğini söyleyebiliriz.


Bu bilgiler ışığında 14 Mayıs'ta yapılacak genel seçimin olası sonuçları için ne söyleyebiliriz? Bu seçim için Akarca'nın (2019) verilerine eklememiz gereken ilk çeyrek döneme ilişkin enflasyon ve büyüme verileri henüz elimizde değil ama 14 Mayıs'a epey yüksek bir enflasyon ve düşük bir büyüme oranıyla girecek gibi görünüyoruz. Bu da iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) oyunda ciddi bir düşüş yaşanabileceği anlamına geliyor. Aslında iş sadece ekonomiye kalsa bu düşüş dramatik boyutlara ulaşabilir. Mesela yukarıdaki grafiklerdeki veriler kullanılarak enflasyon ve büyümeyi içeren iki bağımsız değişkenli basit bir modelden elde edilen katsayılarla ve seçime %1 büyüme ve %50 enflasyonla girileceği varsayımıyla, iktidardaki AKP'nin bu seçimde alabileceği oy %27 civarı olarak çıkıyor**. Ancak AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın nasıl bir "kutuplaştırma ustası" olduğunu ve partisinin ideolojik oylarını maksimize etme yeteneğini son 20 yıldaki tecrübemizden, özellikle de 2015 yılında yapılan iki genel seçimden, çok iyi biliyoruz. Bu nedenle ekonomideki kötü duruma rağmen AKP'nin oyunda çok dramatik bir düşüş beklemek gerçekçi görünmüyor. Nitekim, her ne kadar güvenilirlikleri şüpheli olsa da, yapılan anketler AKP için genellikle %30-40 arasında oya işaret ediyor. Bu arada artık hükümeti en yüksek oy alan parti değil de cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan kişi kuruyor. Ekonomideki durum elbette cumhurbaşkanlığı seçimindeki oylara da yansıyacaktır. Bakalım Erdoğan'ın meşhur kutuplaştırma ustalığı ve ideolojik oylarını maksimize etme yeteneği hem kendi koltuğunu hem de AKP'nin TBMM'deki konumunu korumaya yetecek mi; hep beraber göreceğiz.

   

*) Akarca, A. T., 2019, "Economic voting in Turkey: single- vs. multi-party governments", Southeast European and Black Sea Studies, 19 (4), 523-539.

**) Buyurun katsayıları vereyim: sabit terim: 46,37; büyüme katsayısı: 0,68; enflasyon katsayısı: -0,39. Siz bunlarla ve kendi büyüme ve enflasyon varsayımlarınızla farklı sonuçlar hesaplayabilirsiniz. Yapacağınız iş ilgili katsayıları varsaydığınız büyüme ve enflasyon oranlarıyla çarpmak ve sonra da buradan elde ettiğiniz değerleri sabit terimle toplamaktan ibaret.               

2 Mart 2023 Perşembe

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin ekonomik performansı

Türkiye 16 Nisan 2017'de yapılan referandumla parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) adı verilen yönetim biçimine geçmeyi kabul etti; 24 Haziran 2018 seçimlerinden sonra ise resmen bu sisteme geçti. 2022 yılının bitmesiyle birlikte bu sistemin ilk beş yılı geride kaldı; 28 Şubat'ta 2022 yılının gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) verilerinin yayınlanmasıyla birlikte de bu dönemin temel ekonomik göstergeleri ortaya çıkmış oldu. Öyleyse şimdi bu sistemin ekonomideki performansını analiz etmenin tam zamanıdır.

O zaman da cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, 24 Haziran 2018 seçimlerinden önce, "24'ünde siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle, şunla bunla nasıl uğraşılır göreceksiniz" demişti. Gördük. Erdoğan faizle öyle bir uğraştı ki, bunun için Merkez Bankası başkanını üç kez, Hazine ve Maliye bakanını iki kez değiştirmekten çekinmedi. Sonunda en azından para politikası faizini tek haneye kadar indirdi. Ama bunun ekonomideki sonuçları, öyle sanıyorum ki, pek de umduğu gibi olmadı. Bu dönemde neler yaşandığını hepimiz biliyoruz: Rahip Brunson krizi, Koronavirüs krizi, Türkiye Ekonomi Modeli, Kur Korumalı Mevduat uygulaması vb. O yüzden bunları tekrarlayıp laf kalabalığı yapmak yerine direkt göstergelere bakalım.

Genelde ekonominin beş temel göstergesi olduğu kabul edilir. Bu göstergeler GSYH büyüme oranı, enflasyon oranı, işsizlik oranı, cari işlemler dengesinin GSYH'ye oranı ve bütçe dengesinin GSYH'ye oranıdır. Bunlardan ilkinin mümkün olduğu kadar yüksek, ikincisi ve üçüncüsünün mümkün olduğu kadar düşük, Türkiye'de genellikle negatif değer alan son ikisinin ise mümkün olduğu kadar sıfıra yakın olması istenir. Ben bunlara bir de bir gelir dağılımı ölçüsü olarak işgücü ödemelerinin GSYH'ye oranını ekleyeceğim. Ücretli emeğin toplam gelirdeki payını gösterdiği ve toplumda emekçiler çoğunlukta olduğu için bunun da mümkün olduğu kadar yüksek olması arzu edilir.


Yukarıdaki tabloda bu altı göstergenin CHS dönemindeki yıllık değerlerini veriyorum. Ekonomik büyümenin ilk üç yılda oldukça düşük olduğu ama son iki yılda toparlandığı dikkati çekiyor. 2021 yılında büyüme oranı çift haneye kadar ulaşmış görünüyor. Enflasyonun hep çok yüksek olduğu, ilk dört yılda %10'larda iken beşinci yıl bir sıçramayla %70'i aştığı görülüyor. İşsizlik oranı 2019'da %13,7'ye kadar çıktıktan sonra 2022'de %10,5'e kadar inmiş ama hep çift haneli olarak gerçekleşmiş bulunuyor. Cari işlemler dengesinin GSYH'ye oranı oldukça dalgalı seyretmiş, 2019 yılında %1,4 fazla vermişken 2022'de %5,4 açığa dönüşmüş görünüyor. Bütçe açığının GSYH oranının 2020'de %3,5'e kadar çıktığı ama 2022'de %0,9'a indiği dikkati çekiyor. İşgücü ödemelerinin GSYH'ye oranı 2019'da %31,3'e yükselmiş ama 2022'de %23,7'ye kadar düşmüş bulunuyor. Bu gelir dağılımında ciddi bir bozulmaya işaret ediyor.

Bu göstergelere bu şekilde bakmak da bir fikir verse de CHS'nin ekonomik performansını daha iyi görmek için seçili bir dönemle kıyaslamak daha iyi olacaktır. Böyle durumlarda kıyaslama genellikle aynı uzunluktaki geçmiş dönemle yapılır. Bu amaçla söz konusu altı göstergenin CHS dönemine karşılık gelen 2018-2022 dönemi ortalamalarını hesapladım ve bunları 2013-2017 dönemi ortalamalarıyla kıyasladım. Aşağıdaki grafikte bunlar yer almaktadır. 


Bu grafik altı göstergenin beşinde bozulma olduğunu, sadece birinde iyileşme yaşandığını ifade ediyor. CHS döneminde önceki beş yıllık döneme göre ekonomik büyüme 1,6 puan ve işgücü ödemelerinin GSYH'ye oranı 1,4 puan düşerken, enflasyon oranı 18,5 puan, işsizlik oranı 1,9 puan ve bütçe açığının GSYH'ye oranı 1,2 puan yükselmiş görünüyor. Bunlar bozulma demektir. Cari işlemler açığının GSYH'ye oranı ise 1,7 puan düşmüş bulunuyor ve bu da iyileşme anlamına geliyor. Ek olarak, CHS dönemine denk gelen yıllara 1 diğer yıllara 0 değerinin verildiği bir kukla değişkenin yer aldığı basit modellerle bu farklılıkların istatistiksel anlamlılığına da baktım. Bu modellerde enflasyon, işsizlik ve bütçe dengesindeki bozulma ile cari işlemler dengesindeki iyileşmenin istatistiksel olarak anlamlı olduğu bulgusuna ulaştım.

Özetlersek, CHS'nin ekonomik performansının oldukça kötü olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönemde önceki beş yıllık döneme göre ekonomik büyüme yavaşlamış, enflasyon ve işsizlik yükselmiş, gelir dağılımı bozulmuş ve bütçe dengesi kötüleşmiştir. Sadece cari işlemler dengesinde iyileşme görülmektedir. O da büyük ölçüde ekonomideki yavaşlamadan kaynaklandığı için olumlu bir gelişmeye işaret edip etmediği tartışmalıdır. Öte yandan ekonomik büyümeye ve enflasyona ilişkin ölçme sorunlarının varlığı bu iki göstergedeki bozulmanın burada gördüğümüzden daha fazla olabileceğini düşündürmektedir.

Peki neden böyle oldu? İktidar çevrelerine soracak olursak bu soruya Koronavirüs krizi ve Rusya-Ukrayna Savaşı gibi küresel faktörler nedeniyle böyle olduğu yanıtını verecekleri kesindir. Bana sorarsanız, küresel faktörlerin de etkisi olmakla birlikte, esas nedenin bilimsel dayanağı olmayan yanlış ekonomi politikalarının uygulanması olduğu kanaatindeyim. Neredeyse bütün iktisatçıların enflasyon düşmeden faizi düşürürseniz kurları fırlatır ve enflasyonu sıçratırsınız diye uyarmasına rağmen bunun yapılması ve tam da iktisatçıların beklediğinin olması bu söylediğimin kanıtıdır. Bu yanlış politikalar olmasa muhtemelen ekonomide bu kadar kötü bir tablo ile karşılaşmayacaktık. CHS'ye geçilirken, bütün gücü cumhurbaşkanının elinde toplayarak yanlış politikaların uygulanması ihtimalini arttırması nedeniyle endişeler vardı. Maalesef CHS'nin ilk dönemindeki uygulamalar bu endişeleri haklı çıkardı. Böyle devam ederse CHS'nin ikinci döneminde de benzer bir tabloyla karşılaşabiliriz.     

3 Ocak 2023 Salı

Bir istatistik hikayesi: Tüketim patlamasının sırrı

Ekonomide her şey  her şeyi az ya da çok etkiler. Ekonomide her şeyin her şeyi az ya da çok etkilemesi demek ekonomiyle ilgili istatistiklerin de az ya da çok ilişkili olması demektir. Bu bir istatistikte yapılan bir "ölçme hatası"nın bir başka istatistiğe yansıyacağı, ondan öbürüne geçeceği ve böyle sürüp gideceği anlamına gelir. Bunlardan birkaçına bir açıklama getirilebilse bile en baştaki ölçme hatasının eninde sonunda akıl ve mantıkla açıklanamayacak bir yerde patlaması muhtemeldir.

Bunun bir örneğini 2022 yılında ülkemizde yaşadık. Olay Tüketici Fiyat Endeksi'nde başladı. Aslında bu olayın evveliyatı da var ama 2022'de enflasyonda yaşanan büyük patlamaya kadar göze çok fazla batmamıştı. Ancak 2022'de yaşananlardan sonra akıl ve mantık ölçülerinin iyice dışına taştı.

Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) yıllık enflasyonu ile Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) yıllık enflasyonu arasında bir süredir ikincisi lehine ciddi bir fark vardı. Bu fark enflasyon yükseldikçe artmaya başladı. Tüketici enflasyonu yaz aylarında %80'lere otururken üretici enflasyonunun yükselmeye devam edip %150'lere kadar varmasıyla aradaki fark iyice göz çıkarır hale geldi. ÜFE işletmelerin üretimde kullanmak üzere satın aldıkları ürünlerin fiyatlarındaki değişimi, TÜFE ise tüketicilerin satın aldıkları mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki değişimi ölçer. Bu nedenle TÜFE'nin ÜFE'nin altında kalması işletmelerin maliyet artışlarını tüketiciye yansıtamadıkları şeklinde yorumlanır. ÜFE ile TÜFE arasındaki fark açıldıkça bu yorum inandırıcılığını kaybetse de 2022 yılındaki durum da genelde böyle yorumlandı.


2022'de enflasyonda bunlar yaşanırken büyüme cephesinde ve özellikle de hanehalkı tüketiminde de ilginç gelişmeler oldu. Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine bakılırsa, ekonomi daha önce enflasyonda sıçrama yaşanan dönemlerde alıştığımızın tersine büyümeye devam etti. Bunu Merkez Bankası'nın önceki benzer dönemlerin aksine bu kez faizleri artırmak yerine düşürmesinin iç talebi canlı tutmasına bağlayanlar oldu. Gerçekten de yine TÜİK'in verilerine göre hanehalkı tüketiminde reel olarak olağanüstü bir artış gözleniyordu. 2021'in son çeyreği ile 2022'in ilk üç çeyreğinde hane halkı tüketiminde yaşanan reel artış %20 civarına oturmuş görünüyordu ki, pandemiden çıkış sonrası baz etkisi kaynaklı olarak 2021'in ikinci çeyreğinde yaşanan hariç, daha önce bu kadar yüksek artışlar görülmüş değildi. Ekonomik büyüme ile hanehalkı tüketimindeki reel artış arasındaki fark da daha önce görülmemiş düzeylere yükselmişti. Büyüme cephesinde yaşanan bu gelişmelere de hemen bir açıklama bulundu. Bu açıklamaya göre enflasyon yükselirken faizlerin düşük tutulmasıyla parasının reel olarak hızla eridiğini gören hanehalkı harcama yapmaya koşmuştu. Hanehalkı tüketimindeki yüksek artış da ekonomik büyümenin devam etmesi de işte bundan kaynaklanıyordu.


Yukarıda TÜFE'nin ÜFE'nin gerisinde kalmasının nedeni olarak işletmelerin maliyetlerini tüketicilere yansıtmaktan çekindikleri açıklamasının yapıldığını görmüştük. Şimdi ise tüketimde bir patlama yaşandığını ve buna neden olarak da hanehalkının harcamaya koşmasının gösterildiğini görüyoruz. Bu iki açıklama arasında bir çelişki var. Eğer talepte böyle bir patlama varsa işletmeler neden maliyetlerini tüketiciye yansıtmaktan çekinsin? Eğer ekonomide işletmelerin maliyetlerini tüketiciye yansıtmaktan çekindikleri bir ortam varsa tüketimde nasıl böyle bir patlama meydana gelsin? Bu durum Nasrettin Hoca'nın "kedi ile ciğer" fıkrasını hatırlatıyor.

Çok daha önce anormallik göstermeye başlayan ama bu anormalliğin 2022'de iyice göz çıkarmaya başladığı bir istatistik daha var. Bunu da harcamalar yöntemiyle hesaplanan reel gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) verilerindeki stok değişimi kalemi oluşturuyor. Aslında TÜİK cari fiyatlı seride hesapladığı stok değişimini reel fiyatlı seride hesaplamıyor. Ama iktisatçılar üretim yöntemiyle hesaplanan reel GSYH ile harcamalar yöntemiyle hesaplanan reel GSYH'deki harcama kalemlerinin toplamı arasındaki farkı alarak bunu kolayca hesaplayabiliyor. Ekonomik büyüme üretim yöntemiyle hesaplanan reel GSYH üzerinden hesaplanır. Uzun dönemde üretim ile harcamaların eşit olması gerekir ama kısa dönemde bu eşitlik sağlanamayabilir. Kısa dönemde bazen üretim tüketimi aşar ve aradaki fark stoklanır; bazen de üretimden fazla tüketim yapılır ve aradaki fark stoktan karşılanır. Normalde stokların zaman içinde dalgalanma göstermesi beklenir. Çünkü talep düşüp stoklar birikmeye başladığı zaman üreticilerin üretimi kısması, talep artıp stoklar azalmaya başladığı zaman da üreticilerin üretimi artırması beklenir. Bir ekonomide sürekli stok biriktirilmesi veya sürekli stoktan harcama yapılması pek mümkün değildir. Eğer böyle bir durum varsa bu hesaplarda bir hata yapıldığına işaret eder. İşte Türkiye'deki veriler de aynen buna işaret ediyor. TÜİK'in verilerine bakılırsa Türkiye ekonomisi 1998-2011 arasında neredeyse sürekli olarak stok biriktirmiş durumda ve 2011'den bu yana ise neredeyse sürekli stoklardan harcama yapıyor. 2022'de stoklardan yapılan harcama iyice inanılmaz bir büyüklüğe ulaşmış bulunuyor.


Yukarıda garip davranışlar sergileyen üç istatistikten bahsettik. Bu üçü arasında bir bağlantı var. Bu bağlantı GSYH büyüklüklerinin önce cari fiyatlarla hesaplanmasından ve daha sonra uygun fiyat deflatörleri kullanılarak reel hale getirilmesinden kaynaklanıyor. Anlaşılan o ki, artık nasıl bir ölçüm hatasından kaynaklanıyorsa, tüketici enflasyonu olduğundan düşük hesaplanıyor. Tüketici enflasyonunun düşük hesaplanması hanehalkı tüketimindeki reel değişimi hesaplamak için kullanılan hanehalkı tüketimi deflatörünün de düşük hesaplanmasına neden oluyor gibi görünüyor. Bu da hanehalkı tüketimindeki reel artışın yüksek hesaplanmasına yol açıyor. Bu durum harcamalar yöntemiyle hesaplanan reel GSYH'deki harcamalar toplamının üretim yöntemiyle hesaplanan reel GSYH'nin çok üzerine çıkması sonucunu veriyor. Bu da bu ikisi arasındaki farktan kalıntı yöntemiyle hesaplanan reel stok değişimini inanılmaz boyutlara taşıyor.

Bu noktada yakın zamana kadar birbirine çok yakın gerçekleşen TÜFE'deki yıllık değişim ile hanehalkı tüketimi deflatöründeki yıllık değişimin son iki çeyrekte ayrışmaya başladığını ve bunun da reel hanehalkı tüketimi ile reel stok değişimindeki anormal değişimleri biraz olsun törpülediğini de belirtelim. Eğer böyle olmasa ve hanehalkı tüketimi deflatörü tam olarak TÜFE kadar artış gösterse mesela 2022'nin üçüncü çeyreğindeki reel hanehalkı tüketimi artışı %19,9 yerine %26,7 olacak ve bunu açıklaması çok daha zorlaşacaktı. Dördüncü çeyrekte TÜFE'deki artış biraz gerileyip %77,4'e düştü. Bakalım hanehalkı tüketimi deflatöründeki artış ne kadar hesaplanacak ve buna bağlı olarak hanehalkı tüketimindeki reel artış ne olacak? Muhtemelen hanehalkı tüketiminde büyük bir artış daha göreceğiz.


En başta ne demiştik? Bir istatistikte yapılan bir "ölçme hatası" bir başka istatistiğe yansır, ondan öbürüne geçer ve böyle sürüp gider. Bunlardan birkaçına bir açıklama getirilebilse bile en baştaki ölçme hatası eninde sonunda akıl ve mantıkla açıklanamayacak bir yerde patlar. İşte Türkiye'de tüketici enflasyonundaki ölçme hatasının patladığı yer de harcamalar yöntemiyle hesaplanan reel GSYH'deki stok değişimi kalemi gibi görünüyor.

27 Eylül 2022 Salı

Türkiye'de gelir dağılımının 40 yılı

Bir ülkede üç tür gelir dağılımından bahsedilebilir. Bunlardan birincisini bölgesel gelir dağılımı (toplam gelirin ülkenin bölgeleri arasındaki bölüşümü), ikincisini fonksiyonel gelir dağılımı (toplam gelirin üretim faktörleri olan emek, sermaye, girişim ve doğa arasındaki bölüşümü), üçüncüsünü de bireysel gelir dağılımı (toplam gelirin bireyler veya hanehalkları arasındaki bölüşümü) oluşturur. Bu noktada fonksiyonel gelir dağılımında daha çok emek ve sermaye arasındaki bölüşümle ilgilenildiğini de belirtelim. Bu gelir dağılımları birbirinden bağımsız değildir, aralarında etkileşim vardır. Özellikle fonksiyonel gelir dağılımı ile bireysel gelir dağılımı arasında yakın bir ilişki olduğu kabul edilir. Üst gelir grupları daha çok sermaye sahiplerinden, orta ve alt gelir grupları ise daha çok emekçilerden oluştuğu için fonksiyonel gelir dağılımındaki bir değişimin bireysel gelir dağılımına da yansıması beklenir. 

Türkiye'de anketlerle elde edilen bireysel gelir dağılımı verileri yıllık bazda hesaplanır ve 1,5 yıl kadar gecikmeli olarak yayınlanır. Türkiye'de fonksiyonel gelir dağılımı verileri ise çeyreklik olarak hesaplanan ve sadece 2-3 aylık gecikmeyle yayınlanan gelir yöntemiyle milli gelir verilerinden kabaca da olsa elde edilebilmektedir. Bu yüzden de fonksiyonel gelir dağılımındaki gelişmeler daha göz önündedir. Ayrıca bireysel gelir dağılımına ilişkin veriler yıllık zaman serisi olarak 2002'den bu yana elde edilebilirken fonksiyonel gelir dağılımına ilişkin veriler iki ayrı milli gelir serisine dayanılarak çeyreklik olarak 1987'ye ve yıllık olarak 1980'e kadar geri gidebilmektedir.

Aşağıda bu verilerden yararlanarak oluşturduğum ve işgücü ödemelerinin gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) içindeki payını 1980 yılından başlayarak gösteren bir grafik var. Her ne kadar kendi hesabına çalışanların gelirlerini kapsamadığı için böyle tanımlanmasına karşı itirazlar olsa da işgücü ödemeleri kabaca emek geliri olarak kabul ediliyor. Burada bu tartışmaya girmeden bu grafiğin neler gösterdiğine ilişkin bazı yorumlar yapmak istiyorum.


1) Grafikte 1980'lerin ilk yarısında emek gelirinin GSYH içindeki payının hızla gerilediğini görüyoruz. 1980'de %27,1 olan bu oran 1986'da %19,4'e kadar iniyor. Bu dönemin ilk üç yılı 12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan askeri yönetim dönemiydi. Toplumsal muhalefetin bastırıldığı, grevlerin yasaklandığı bu dönemde ekonomide ise ihracata dayalı bir büyüme stratejisi benimsenmişti. 1983'ün sonlarında tek başına iktidara gelen ANAP aynı politikalara devam etti. 1980'de üç haneye çıkan enflasyonun 1981'de %30'lara çekilmesinin bu ortamda emekçilere hiç faydası olmadı. Bu dönemde gelir dağılımının emek aleyhine bozulması işte bunların sonucu gibi görünüyor. 

2) 1980'lerin sonu ile 1990'ların başında emek gelirinin GSYH içindeki payının hızla yükseldiği dikkati çekiyor. Bu oran 1992'de %31,9'a kadar çıkıyor. Bu dönem sendikal mücadelenin ve grev sayısının doruğa çıktığı, ANAP'ın iktidarını korumaya çalıştığı ama bunu başaramadığı ve 1991 sonunda onun yerine DYP-SHP koalisyon hükümetinin geldiği bir dönemdi. Bu dönemde enflasyon %30'lardan %60'lara tırmansa da yukarıdaki faktörlerin etkisiyle ücretlere daha yüksek oranlı zamlar yapılması bunun olumsuz etkisini telafi etti.

3) 1994 ve 1995'te emek gelirinin GSYH içindeki payı hızla düşerek %22,2'ye indi. Bu ekonominin %5,5 küçüldüğü ve enflasyonun bir kez daha üç haneye tırmandığı 1994 krizinin ürünüydü.

4) 1996-1999 arasında emek gelirinin GSYH içindeki payında bir toparlanma oldu. Bu oran 1999'da %27,7'ye çıktı. Bu dönem istikrarsız koalisyon ve azınlık hükümetlerinin birinin gelip birinin gittiği, siyasi açıdan çok çalkantılı bir dönemdi. Enflasyon %80'lere oturmuştu ve ekonomide dengeler giderek bozuluyordu. Aslında sendikal mücadele zayıftı ama belki de bu ortamda bir de emekçilerle uğraşmak zorunda kalmamak için olsa gerek ücretlere yapılan zamlar genelde enflasyonun üzerinde tutulmuştu. Mesela net asgari ücretin 1999'daki ortalaması 1998'deki düzeyini %130,7 aşıyordu. Bu dönemdeki toparlanmanın temel nedeni bu gibi görünüyor.

5) 2000 ve 2001 yıllarında emek gelirinin GSYH içindeki payında yeni bir düşüş olduğunu ve bu oranın %24,9'a indiğini görüyoruz. Bu düşüş 2000 yılı başında uygulamaya sokulan enflasyonu düşürme programının yarıda kalmasına neden olan Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinden kaynaklandı. Bu dönemde ücret artışları hedeflenen enflasyona göre yapılmış ama evdeki hesap çarşıya uymayınca krizin faturası emekçilere çıkmıştı.

6) 2002-2006 arasında emek gelirinin GSYH içindeki payının %25 dolayında sabit kaldığı dikkati çekiyor. Son 40 yılda bu oranın böyle yatay seyrettiği bir başka dönem yok. Bu dönem 2001 krizi sonrasında devreye sokulan ve 2002 sonunda tek başına iktidara gelen AKP'nin de uygulamaya devam ettiği istikrar programıyla enflasyonun tek haneye çekildiği bir dönemdi. Bu dönemde de ücret artışları genelde hedeflenen enflasyona göre belirlenmişti ama bu kez enflasyon hedeflenenden de hızlı düşünce ücretler reel olarak bir miktar artmıştı. Fakat ücretlerdeki bu artış emekçilerin ekonomide yakalanan yıllık ortalama %7,5 dolayındaki büyümeden pay alabilecekleri kadar yüksek de olmamıştı. Netice itibariyle bu dönemde enflasyonda yaşanan düşüş ve ekonomide gerçekleşen hızlı büyüme gelir dağılımında bir iyileşme yaratmadı.

7) 2007'den 2016'ya kadar emek gelirinin GSYH içindeki payı genelde artış eğilimindeydi. Bu oran 2016'da %32 ile son 40 yıldaki en yüksek seviyesine çıktı. Bu dönemde ekonomide göreli bir istikrar vardı. Enflasyon genelde tek hanedeydi. Biraz dalgalı olmakla birlikte yıllık ortalama ekonomik büyüme ise %5 dolayındaydı. Bu dönem boyunca AKP tek başına iktidardaydı ama bu siyasi açıdan istikrarlı bir dönem değildi. İktidar partisine açılan kapatma davasına, iki anayasa referandumuna, Türkiye'nin tarihinde ilk kez bir genel seçimin tekrarlanmasına, bir askeri darbe girişimine sahne olan bu dönem AKP'nin iktidarını sağlama alma çabasıyla geçti. Muhtemelen bu çabanın bir sonucu olarak da asgari ücrete genelde enflasyonun üzerinde zamlar yapıldı. Asgari ücretin giderek "genel" ücret haline dönüşmesiyle bu zamların emek gelirinin GSYH içindeki payına etkisi de zamanla arttı. Özellikle 2016 başında yapılan %33,5'lik zam bu konuda çok etkili oldu.

8) Emek gelirinin GSYH içindeki payı 2016 yılında zirveyi gördükten sonra yeniden düşüşe geçti. Bu düşüş özellikle son üç yılda çok hızlanmış durumda. 2021'de %26,9'a inen bu oran bu yılın ilk yarısında biraz daha düşüp %24,8'e kadar geriledi. Bu dönemin temel niteliği 2017'deki referandumla cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesi ve böylece iktidarın aşırı güçlenmesi oldu. Bu güç iktidara ekonomiyi istediği gibi yönetme imkanını verdi. Bu uğurda Merkez Bankası başkanını üç kez değiştirmekten bile çekinilmedi. Ancak bu dönemde uygulanan politikaların sonuçları pek de hayırlı olmadı. 2018'de daha cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilir geçilmez ekonomide bir kriz yaşandı. Üstelik bu dönemde iktidarın şansı da pek yaver gitmedi. Tam ev yapımı krizin üstesinden gelinirmiş gibi görünürken dünyada koronavirüs krizi patladı. Bu kriz de atlatılmış gibi görünürken ve ekonomide yeni bir model denemesine girişilmişken Rusya-Ukrayna Savaşı nedeniyle dünyada işler bir kez daha karıştı. Bütün bunların sonucu enflasyonun patlaması oldu. 2016'da %7,8 olan yıllık ortalama enflasyon 2021'de %19,6'ya ulaştı, bu yıl ise %70'i aşacak gibi görünüyor. Enflasyondaki bu patlamaya net asgari ücrete ocak ayında yapılan %50,5'lik zam bile dayanamadı. Muhtemelen temmuz ayında yapılan %29,3'lük ek zam da dayanamayacak. Bu dönemde zaman zaman gerçekleşen ucuz krediye dayalı büyüme de emekçi kesime değil sermayeye yaradı. İşte son dönemde gelir dağılımının emek aleyhine bozulmasının temel nedenleri bunlar gibi görünüyor. 

Bu anlattıklarımdan, maalesef, pek de hoş bir sonuç çıkmıyor. Anlaşılan o ki Türkiye'de güçlü iktidarlar, bilerek veya bilmeyerek, gelir dağılımının emekçiler aleyhine bozulmasına neden olan politikalar izliyor. Aslında dünyada da eğilim bu yönde olduğu için bunda çok da şaşacak bir durum yok. Türkiye'de gelir dağılımında emek lehine düzelmeler sadece hükümetlerin iktidarda kalmak için halkın desteğine çok ihtiyaç duydukları dönemlerde gerçekleşiyor. Fakat bu dönemler de siyasi istikrarsızlığın had safhaya çıktığı dönemler oluyor ve elde edilen kazanımlar kalıcı hale gelmiyor. Gelir dağılımında kalıcı bir iyileşme yaşanması için hem siyasi istikrarın sağlandığı hem de emek lehine politikaların izleneceği bir döneme ihtiyaç var. Bu dönemin kendiliğinden çıkıp geleceği ise yok. Bunun için toplumun çoğunluğunun nihayetinde emekçi olduğunun farkına varması ve başka tür bölünmüşlükleri bir tarafa bırakıp güçlerini birleştirerek güçlü iktidarlara da emekten yana politikalar izlemeleri için bastırması gerekiyor.

21 Eylül 2022 Çarşamba

Yeni Ekonomi Modeli neden çalışmadı?

Bundan bir yıl önce 23 Eylül'de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın (TCMB) Para Politikası Kurulu'nun (PPK) rutin toplantısı vardı. O toplantıdan 100 baz puanlık faiz indirimi çıkmış, %19 olan para politikası faizi %18'e düşürülmüştü. Her ne kadar o dönemdeki ekonomi yönetiminin toplantıdan önceki günlerde yaptıkları açıklamalardan bu toplantıdan bir faiz indiriminin çıkacağı anlaşılmışsa da enflasyonun %19,3 yani para politikası faizinin üzerinde olduğu bir ortamda bu indirimin gelmesi yine de çoğu iktisatçıyı şaşırtmıştı. Çünkü ben de dahil bu iktisatçıların "ezber"ine göre böyle bir ortamda faizin indirilmesi değil yükseltilmesi gerekirdi. Bu iktisatçılara göre böyle bir ortamda faiz indirimi yapılmasının sonucu ise kurların sıçraması ve dolayısıyla enflasyonun yükselmesi olurdu. 

Tabii o sırada bunun Yeni Ekonomi Modeli (YEM) -veya son dönemdeki adlandırmayla Türkiye Ekonomi Modeli (TEM)- denen bir modelin ilk adımı olduğunu bilmiyorduk. Fakat sonraki üç ayda hem faiz indirimlerinin devamı hem de söz konusu modele geçildiği açıklaması geldi. Yapılan açıklamaya bakılırsa YEM'in temelini "düşük faiz" ve "rekabetçi kur" oluşturuyordu. Modele göre "düşük faiz" ile yatırımlar desteklenecek, büyüme ve istihdam sürdürülebilir hale getirilecek, "rekabetçi kur" avantajı ve yatırımların artmasıyla ihracat arttırılıp ithalat düşürülecek, böylece de cari açık cari fazlaya evrilerek dış borca bağımlılık ortadan kaldırılacaktı. Cari açık cari fazlaya dönünce dövizin bollaşmasıyla kur üzerindeki baskının da ortadan kalkacağı ve enflasyonun düşeceği iddia ediliyordu.

Fakat aradan geçen bir yılda sonuç bu modelin uygulayıcılarının beklediği gibi değil, söz konusu iktisatçıların söyledikleri gibi oldu. TCMB'nin eski başekonomisti ve şimdinin Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Hakan Kara'nın twitter'da ifade ettiği gibi, cari açık azalacağına iki katına çıktı, enflasyon da düşeceği yerde hızla yükselip dörde katlandı.


Acaba Yeni Ekonomi Modeli şu ana kadar neden çalışmadı? Daha önemlisi, bundan sonra çalışabilir mi? Modelin uygulamacılarına bakılırsa ilk sorunun yanıtı şubat ayında patlayan Rusya-Ukrayna Savaşı'nda yatıyor. Onlara göre bu savaş dünya emtia fiyatlarında yükseliş getirdiği için cari açığı düşürmek mümkün olmadı. Modelin uygulamacıları, sanırım, ikinci sorunun yanıtının ise "evet" olduğunu düşünüyor. Onlar barışın sağlanmasıyla modelin bekledikleri sonuçları vereceğinden emin gibi görünüyor. 

Fakat bana göre Yeni Ekonomi Modeli'nin şu ana kadar çalışmamasının esas nedeni yanlış parametrelere dayanıyor olması. İşin doğrusu Türkiye'de "rekabetçi kur" diye bir şeyin çalışması zaten pek olası değildi ve bundan sonra da çalışması çok mümkün değil. Çünkü Türkiye'nin ihracatı fiyatı düşünce kapış kapış satın alınacak ürünlerden oluşmuyor. Ayrıca ihracatın ithal girdi içeriğinin yüksek olması nedeniyle kurlardaki artış maliyetleri yükselterek ihracatta kazanılan avantajı kısa sürede ortadan kaldırıyor. Bu yüzden Türkiye'nin ihracatı kura duyarlı değil. İhracatımız esas olarak dünya ekonomisindeki büyümeye bağlı olarak hareket ediyor. Çünkü dünya ekonomisi büyüdüğünde genellikle ihracat pazarlarımızdaki talep de yüksek oluyor.

1988-2021 dönemi verileriyle reel mal ve hizmet ihracatındaki değişimin (MHIHD) tüketici fiyat endeksi bazlı reel kur endeksindeki değişime (RKD) ve dünya ekonomisindeki büyümeye (DUNBUY) duyarlılığını ölçen bir modelin sonuçlarını gösteren aşağıdaki tablo buna işaret ediyor. Modelin sonuçları reel kurdaki değişimin mal ve hizmet ihracatı üzerinde istatistiksel olarak anlamlı bir etkisi olmadığını gösteriyor. Buna karşılık dünya ekonomisindeki her 1 puanlık büyümenin ise Türkiye'nin mal ve hizmet ihracatındaki değişimi 3 puan kadar yükselttiği görülüyor.


Yukarıdaki tablonun sunduğu bilgi yeni değil. Türkiye'de bu konu üzerine yapılan ve bir kısmı da TCMB bünyesinde gerçekleştirilmiş olan pek çok çalışma aynı şeyi söylüyor. Hal böyleyken Yeni Ekonomi Modeli'nin uygulayıcılarının nasıl olup da böyle bir işe giriştiklerini anlamak zor. TCMB'deki uzmanlara sormuş olsalardı, onlar muhtemelen bu modelin çalışmayacağını söylerlerdi. Bana göre en iyi açıklama, ekonomiyi canlı tutmak için indirilen faizin kurlarda yarattığı yükseliş karşısında geri adım atmak yerine buna kılıf bulmak için bu modelin icat edilmiş olması gibi görünüyor. Bu modelin faiz indirimi sürecinin başında değil de bu indirim kurları sıçrattıktan sonra ilan edilmiş olması, yani kervanın yolda düzülmesi, bana böyle düşündürüyor. Fakat her şeyin bilerek ve isteyerek yapıldığını iddia edenler de var. Kim bilir, belki de onlar haklıdır.

14 Eylül 2022 Çarşamba

Dini bayram tatillerinin ekonomiye etkisi

Bilindiği gibi Türkiye’de kutlanan iki dini bayram vardır. Bunlardan biri Ramazan Bayramı, diğeri de Kurban Bayramı’dır. Bunların ilkinde 3,5 günlük, ikincisinde ise 4,5 günlük resmi tatil bulunmaktadır. Ülkemizde zamanın ölçüsü olarak Miladi takvim kullanılırken bu bayramlar Hicri takvime göre kutlanır. Dünyanın güneşin çevresinde dönmesini esas alan Miladi takvim 365 gün -dört yılda bir 366 gün- çekerken, ayın dünyanın çevresinde dönmesini esas alan Hicri takvim ise 354 gün -bazı yıllarda 355 gün- çeker. Bu nedenle dini bayramlar her yıl 10-11 gün geriye doğru hareket eder. Bu yüzden dini bayramlardaki tatillere “hareketli tatiller” adı verilir. 

Dini bayram tatillerinin bu hareketliliği Türkiye’de ekonomik göstergelerin yorumlanmasında ek bir zorluğa yol açmaktadır. Dini bayram tatilleri Türkiye’de özellikle sanayi üretimi ile dış ticaret verileri üzerinde çok etkili olmaktadır. Dini bayram tatilleri her yıl aynı tarihe denk gelseydi, ekonomik göstergelere olan etkileri mevsimsel düzeltme yöntemleriyle yakalanabilirdi. Mevcut durumda ise bu etkiler mevsimsel düzeltme yöntemleriyle yakalanamamakta ve sürekli yer değiştiren bir baz etkisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden ekonomik göstergeler yorumlanırken dini bayram tatillerinin denk geldiği dönemlere özel bir ilgi gösterilmesi şarttır. 

İşin kötüsü, dini bayram tatillerinin etkileri sadece iş günü kaybı şeklinde de ortaya çıkmamaktadır. Özellikle tamamı hafta içine denk gelip de "köprü günü etkisi" denen mekanizmayla hafta sonu tatilleriyle birleşip dokuz güne uzadığı dönemlerde bu tatiller ekonomik göstergelerde dalgalanmalara da yol açmaktadır. Böyle dönemlerde, teslim tarihi bayram tatiline denk gelen siparişlerin önceden yetiştirilmeye çalışılması, bayram tatilleri öncesinde sanayi üretiminde ve ihracatta ek bir artışın ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Bayram tatilleri sırasında gümrüklere gelip biriken ithal malların tatil sonrası topluca çekilmesi ise bayram tatilleri sonrasında ithalatta ek bir artış yaratmaktadır. Bayram tatillerinin ayın ortalarına denk geldiği dönemlerde, aynı ay içinde olup bittikleri için, bu etkiler aylık verilere çok yansımamaktadır. Ancak bayram tatillerinin ayın başlarına veya sonlarına denk geldiği dönemlerde, bir kısmı önceki ya da sonraki aya denk geldiği için, bu etkiler aylık verilerde dalgalanmalara neden olmaktadır. Bu yüzden özellikle sanayi üretimi ve dış ticaret verilerini yorumlarken bayram tatillerinin ayın hangi dönemine denk geldiğine de mutlaka dikkat etmek gerekmektedir.

Dini bayram tatillerinin bu etkileri, bu tatillerin bir aydan önceki aya kaydığı yıllarda daha da belirgin olmaktadır. Örneğin sanayi üretimi 2021 yılının temmuz ayında yıllık bazda %1,5 düşmüştü. Bu düşüş 2020 yılında büyük bölümü ağustos ayına denk gelen Kurban Bayramı tatilinin 2021’de tamamının temmuz ayına kaymasından kaynaklanmıştır. Bu durum 2021’in temmuz ayında iş günü sayısının 2020’nin aynı ayına göre düşmesine neden olurken, 2021’in ağustos ayında ise iş günü sayısının 2020’nin aynı ayına göre artmasını sağlamıştır. 2021’in ağustos ayında sanayi üretiminde yıllık bazda yaşanan %20’lik yükselişte iş günü sayısındaki artışın da etkisi vardır.

Gelelim bu yıl temmuz ayında neler olduğuna... Temmuz ayında sanayi üretiminin takvim etkisinden arındırılmış seriye göre yıllık bazda %2,4 arttığını, mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış seriye göre aylık bazda ise %6,2 düştüğünü gördük (bkz). Bu yıl temmuz ayında Kurban Bayramı tatili, 15 Temmuz'daki resmi bayram tatiliyle de birleşerek 10 güne uzadı. Bu da temmuz ayındaki iş günü sayısını hem geçen yılın temmuz ayına hem de bu yılın haziran ayına göre düşürdü. Geçen yıl da Kurban Bayramı temmuz ayına denk geldiği için, geçen yılın aynı ayına kıyasla yaşanan iş günü kaybı o kadar yüksek olmadı. Buna karşılık temmuz ayındaki iş günü sayısı haziran ayına kıyasla ise büyük düşüş gösterdi. İşte temmuz ayında sanayi üretiminin önceki aya göre %6,2 gibi olağanüstü bir düşüş göstermesi bundan kaynaklanıyor. Her ne kadar bu düşüş mevsim ve takvim etkisinden arındırılmış seriden hesaplanıyor olsa da her yıl bayram tatiline denk gelen aylarda bu tür dalgalanmalar olması bu arındırma işleminin bayram etkisini tam olarak gideremediğini gösteriyor.

Kısacası, temmuz ayında sanayi üretiminde gördüğümüz performans kaybının bir bölümü iç ve dış talepteki olumsuz gelişmelerden kaynaklanırken bir bölümü de bayram etkisinden kaynaklanmış gibi görünüyor. Bayram etkisi yıllık bazdaki üretim artışına daha az, aylık bazdaki üretim artışına ise daha çok yansımışa benziyor. Bayram etkisinin geçmesiyle muhtemelen ağustos ayında yıllık bazdaki artışta bir miktar yükseliş görürken aylık bazda da tekrar artış göreceğiz. Üçüncü çeyrekte sanayi üretiminin ve dolayısıyla ekonomideki büyümenin ne olacağını ağustos ayındaki bu toparlanmanın boyutunu gördükten sonra daha iyi anlayabileceğiz.

13 Eylül 2022 Salı

Net hata ve noksan neden kaynaklanır?

Net hata ve noksan (NHN), ödemeler dengesinin kamuoyunda en çok tartışılan kalemlerinden biridir. Bunun nedeni zaman zaman büyük boyutlara ulaşmasıdır. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın (TCMB) ödemeler dengesine ilişkin aylık verileri 1992 yılından başlıyor. Aşağıdaki şekilde aylara göre yıllık NHN’nin Ocak 1993-Temmuz 2022 dönemindeki seyrini görüyorsunuz. Şekilde özellikle son 15 yılda NHN’nin zaman zaman her iki yönde de 10 milyar doları bile aştığı görülmektedir. 2018'de ve son dönemde yukarı yönde 20 milyar dolar sınırı da aşılmıştır. Eldeki son verilere göre, temmuz ayı itibariyle bu tutar 21,2 milyar dolardır.


TCMB bünyesinde yapılan bir çalışmada, Çıplak (2005), NHN’nin nedenlerini dört başlıkta özetlemiştir: 

1) İthalat ve ihracat için malın hareketi ile ödemenin farklı bilanço dönemlerine yansıması durumundaki zaman uyumsuzluğu, 
2) Gümrük işlemlerine ilişkin beyanat hataları, 
3) Ödemeler dengesindeki çeşitli kalemlerden elde edilen gelirlerin sistem dışına (yastık altına - kasalara) çıkarılması veya finansman esnasında sistem dışından kaynak kullanılması şeklindeki kayıt dışı işlemler, 
4) Bazı verilerin (turizm ve bavul ticareti) anketler yoluyla elde edilmesindeki hatalar.

Bunlardan özellikle üçüncüsü önemlidir ve NHN’deki büyük dalgalanmalar bununla açıklanabilir. Çıplak (2005: 3-4), NHN’nin kriz dönemlerinde negatif ve istikrarlı dönemlerde pozitif işaret alma eğiliminde olduğu tespitini yapmakta, bunun da özel sektörün kriz dönemlerinde döviz varlıklarını sistem dışına (yastık altına veya kayıt dışı yollardan yurtdışına) çıkarma ve istikrarlı dönemlerde ise sisteme dahil etme eğilimine girdiğine işaret ettiğini belirtmektedir. Benzer durum bu çalışmanın yapıldığı tarihten sonraki verilerde de gözlenmektedir. Belki bir değişiklik günümüzde özel sektörün dış borçlarının çok büyük boyutlara ulaşması ve vadesi gelen ödemelerini yapabilmek için istikrarsız dönemlerde sistem dışındaki kaynaklarını kullanmak zorunda kalmasıyla yaşanmış olabilir. Örneğin Aralık 2018’de NHN’nin 22,7 milyar dolara ulaşıp rekor kırması bununla açıklanabilir. Son aylarda gördüğümüz yükseliş de bundan kaynaklanıyor olabilir. Ancak her koşulda NHN’deki dalgalanmalar ekonomideki dalgalanmalarla alakalı gibi görünüyor. Şekilde 2008 sonrasında NHN’nin dalga boyunun arttığı dikkati çekiyor. Bu durum da söz konusu dönemde finansal piyasalardaki istikrarsızlığın artmasıyla ilişkilendirilebilir.

Bu arada zaman içinde ödemeler dengesinin hesaplanma yöntemlerinin iyileşmesiyle yapılan revizyonlarla geçmiş dönemlerdeki NHN’nin düşebildiğini de belirtelim. Yani birkaç yıl sonra bu verilere yeniden baktığımızda yukarıdaki şekildekinden biraz daha farklı bir görünümle karşılaşabiliriz.

Kaynaklar

Çıplak, U. (2005), Ödemeler Dengesinde “Net Hata ve Noksan” Kalemi Üzerine Bir Değerlendirme, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, TCMB Bünyesinde Yapılan Çalışmalar. (erişim)