24 Eylül 2024 Salı

Aynı gemide olabiliriz ama aynı “sınıf”ta değiliz

Zamanının en büyük yolcu gemisi olarak inşa edilen ve "batmaz" gözüyle bakılan Titanic, 1912 yılında daha ilk seferinde bir buzdağına çarpıp okyanusa gömüldü. Kazada 2.201 yolcu ve mürettebattan sadece 711'i kurtuldu. Bir "fiyat farklılaştırması" uygulaması olarak, Titanic'te birinci, ikinci ve üçüncü sınıf yolcuları vardı. Kazadan birinci sınıf yolcularının %62,5'i, ikinci sınıf yolcularının %41,4'ü, üçüncü sınıf yolcularının ise sadece %25,2'si kurtulabildi (bkz. Hall, 1986).

Titanic'in hikayesini birçoğunuz gibi ben de çocukluğumdan beri bilirim. Fakat kazadan kurtulanların bir "sınıfsal" dağılımı olduğunu ilk kez nerede okuduğumu veya duyduğumu hatırlamıyorum. Yukarıdaki verileri, bu yazıyı yazmak için internette konuyu araştırırken bulduğum Hall (1986) çalışmasındaki Tablo 1'den hesapladım. İlginç bir makale, bir göz atmanızı tavsiye ederim. "Hepimiz aynı gemideyiz" sözünü her duyduğumda Titanic'ten kurtulanların -ve tabii ki kurtulamayanların- bu "sınıfsal" dağılımı aklıma gelir. Hepimiz aynı gemide olabiliriz ama açıktır ki aynı "sınıf"ta değiliz. 

"Hepimiz aynı gemideyiz" sözü yöneticilerin zaman zaman kullandıkları bir metafordur. Fakat ne hikmetse bu söz işlerin iyi gittiği dönemlerde değil de kötü gittiği dönemlerde akla gelir. Ekonomi hızlı büyürken yöneticilerin aklına bu büyümeden herkesi yararlandırmak gelmez; ücretli, yevmiyeli, emekli gibi sabit gelirlilerin "refah payı" hep ihmal edilir. Ücret ve maaşlara en fazla enflasyon kadar zam yapılır; hatta genelde bu zamlar enflasyonun da altında tutulur. Ama ekonomide yavaşlama başladığında ilk önce onlardan fedakarlık beklenir.

Gelir dağılımıyla ilgili istatistiklerde genelde hanehalkı veya nüfusun %20'lik gruplara dağılımına göre üretilmiş veriler manşete çıkar. Bu istatistikleri biraz daha araştırırsanız %10'luk ve %5'lik gruplara göre üretilmiş verileri de bulabilirsiniz. Fakat bu tür gruplandırmalar toplumdaki sınıfsal dağılımı tam olarak yansıtmaz. Bu nedenle, son yıllarda gelir dağılımının ölçülmesi konusunda çok önemli çalışmalar yapan World Inequality Lab grubu, en önemli projesi olan World Inequality Database (WID) metodolojisinde, gelir dağılımı dinamiklerini daha iyi yakalamak için üç ana grubun (en üstteki %10, ortadaki %40 ve alttaki %50) gelir paylarına odaklanıyor. Blanchet vd. (2021: 32), bu üç grubun üst, orta ve alt sınıf fikrine görece iyi bir şekilde eşleştiğini öne sürüyor.

Bunu Türkiye'ye uyarlayabiliriz. 2022 yılına ait olan eldeki en son veriler Türkiye'de en zengin %10'un (üst sınıf) toplam gelirden %35, ortadaki %40'ın (orta sınıf) toplam gelirden %42,9 ve en yoksul %50'nin (alt sınıf) toplam gelirden %22,1 pay aldığını gösteriyor. 2020 yılında bu oranlar, sırasıyla, %31,5, %44,7 ve %23,8'di. Buna göre 2020 ile 2022 arasındaki iki yılda üst sınıfın payı 3,5 puan artarken, orta sınıfın payının 1,8 puan ve alt sınıfın payının 1,7 puan azaldığı görülüyor.

Burada ekonominin 2021 yılında %11,4 ve 2022 yılında %5,5 büyüdüğünü, 2020 yılında %13,2 olan yıllık ortalama tüketici enflasyonunun ise 2021’de %19,6'ya ve 2022’de %72,3’e yükseldiğini belirtelim. Enflasyonu son dönemde iyice güvenilirliği azalan tüketici fiyat endeksi (TÜFE) yerine gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) deflatörü üzerinden ölçersek 2021 ve 2022'de daha da yüksek bir sıçrama gözleniyor. Bu ölçüye göre 2020'de %14,9 olan enflasyon 2021'de %29'a ve 2022’de %96’ya çıkmış bulunuyor. 

Sabit gelirlilerin refah payından mahrum bırakıldığı bir ekonomide ekonomik büyüme esas olarak zenginlere yarar. Eğer yeterince istihdam yaratılıp işsizlikte ciddi bir düşüş sağlanabiliyorsa ve fiyat istikrarı varsa orta ve alt gelir grupları da ekonomideki genişlemeden fayda sağlayabilir. Bu durumda gelir dağılımında bozulma olup olmayacağı bu etkilerden hangisinin baskın çıkacağına bağlı olacaktır. İşsizlikte ciddi bir düşüş getirmeyen ve/veya enflasyonda yükselişe neden olan bir ekonomik büyüme ise gelir dağılımında bozulmaya yol açacaktır. İşsizlik ve enflasyon orta ve alt sınıfın toplam gelirden aldığı payı azaltır. Görece daha kaliteli işlere sahip olan orta sınıf özellikle işsizliğe, gelirlerini enflasyona karşı koruyacak finansal araçlara görece daha az erişimi olan alt sınıf ise özellikle enflasyona duyarlıdır. Bu iki grubun kaybettiği payı ise üst sınıf alır.

Türkiye'de 2021 ve 2022 yıllarında yaşanan gelişmeler bu ikinci duruma uyuyor. Resmi verilere bakılırsa ekonomi hızlı büyüdü ama işsizlik hala yüksekti ve enflasyonda da sıçrama vardı. Bu gelişmelerin gelir dağılımında bozulmaya yol açması kaçınılmazdı. 2023 yılında ne olduğunu ise henüz bilmiyoruz ve aralık ayında bu yıla ilişkin gelir dağılımı verileri yayınlanınca öğreneceğiz.

Ekonomik büyümeden daha çok üst sınıf yararlanıyorsa ekonominin yavaşladığı dönemlerde de esas fedakarlık onlardan beklenmelidir. Beklemekten de öte, bunu sağlayacak mekanizmaların tasarlanması gerekir. İşler kendi haline bırakılırsa, ekonomideki yavaşlamanın da gelir dağılımının bozulmasıyla sonuçlanması ihtimali vardır. Ekonominin yavaşlaması işsizliği yükselterek orta ve alt sınıfları vurur ve gelirlerini azaltır. Onların kaybettiği payı ise yine üst sınıf alır. Bunun önüne geçmenin yolu üst sınıfın vergilendirilerek orta ve alt sınıflarda özellikle işlerini kaybedenlere daha fazla doğrudan gelir desteği sağlanmasıdır. Elbette üst sınıfları vergilendirmek söylendiği kadar kolay olmayabilir. Ancak bunu mümkün olduğunca başaracak mekanizmalar tasarlayacak uzmanlar mutlaka vardır. Tabii bu uzmanların bu işe başlatılabilmesi için ilk önce kamu yönetiminde devrim niteliğinde bir zihniyet değişikliği gerekmektedir. Maalesef bu konuda ufukta hiçbir sinyal görünmemektedir.

Kaynaklar

Blanchet, T., L. Chancel, I. Flores, ve M. Morgan. 2021. Distributional National Accounts Guidelines: Methods and Concepts Used in the World Inequality Database. Paris: World Inequality Lab.

Hall, W. 1986. “Social Class and Survival on the S.S. Titanic.” Social Science and Medicine 22 (6): 687-690.

20 Eylül 2024 Cuma

Faiz indirimi ne zaman başlar?

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB), geçen mart ayında 500 baz puanlık artışla %50’ye çıkardığı para politikası faizine o zamandan beri dokunmadı. Son birkaç aydır artık faiz indirimine başlaması yönünde baskılar ortaya çıkmasına rağmen, beni de şaşırtan bir şekilde direnmeyi sürdürüyor. Eylül ayı Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısı da faizde değişiklik yapılmadan atlatıldı. Anlaşılan son karar verici durumundaki Cumhurbaşkanı Erdoğan bir şekilde hala bu politikanın devamına ikna edilebiliyor.

İş dünyasından gelen baskıları bir tarafa bırakalım ama TCMB’nin artık faiz indirimine başlaması gerektiğini ifade eden iktisatçılar da var. Bunlar TCMB Piyasa Katılımcıları Anketi’ndeki 12 ay sonrasına ilişkin enflasyon beklentisinin %30’un altına düşmüş olmasını referans alarak para politikasının çok sıkı bir hale geldiğini ileri sürüyor ve bunun ekonomiyi derin bir resesyona sokmasından endişe ediyor.

Bu endişeleri anlıyorum ama önceki yazımda gösterdiğim gibi, piyasa katılımcılarının enflasyon beklentileri hiç güvenilir değil. O yazıda hanehalkı enflasyon beklentilerinin çok abartılı olduğunu, reel sektörün enflasyon beklentilerinin ise nispeten iyi göründüğünü de ifade etmiştim. Fakat belirsizliğin çok yoğun olduğu mevcut durumda reel sektörün beklentilerine de pek güvenilemeyeceğini belirterek, gerçekleşen enflasyonun kılavuz olarak alınmasını önermiştim. Galiba TCMB de aynı fikirde ve gerçekleşen enflasyonun %50’nin altına indiğini görmeden faiz indirimine başlamayı düşünmüyor.

Hal böyleyse şu sıralarda çok merak edilen TCMB’nin faiz indirimine ne zaman başlayacağı sorusunun yanıtı enflasyonun gidişatında yatıyor demektir. Eğer bu gidişatı kabaca da olsa öngörebilirsek faiz indiriminin ne zaman başlayacağı konusunda bir fikir sahibi olabiliriz.

İşte aşağıdaki tabloyu bu amaçla hazırladım. Tabloda 2023 ve 2024 yıllarındaki aylık ve yıllık tüketici fiyat endeksi (TÜFE) enflasyonu oranları yer alıyor. Son altı ayın verileri, aylık TÜFE enflasyonunun %3 dolayında bir yere oturduğunu düşündürüyor. Yılın son dört ayında aylık enflasyon oranlarının bu civarda olacağını varsaydığımızda ise yıllık TÜFE enflasyonunun eylül ayından itibaren %49 dolayında bir yere oturacağı anlaşılıyor.

Şimdi soru şu: TCMB enflasyonun para politikası faizinin sadece 1 puan altına düşmesini yeterli görüp bu aylarda faiz indirimine başlayabilir mi? Şu ana kadarki söylemleri, eğer yukarıdan bir emir gelmezse, bunu yapmayacağını düşündürüyor.

Demek ki 2025’ten önce faiz indiriminin başlayabilmesi için aylık enflasyondaki %3 dolayındaki ortalamada ciddi bir kırılma yaşanması gerekiyor. Mesela %2’lik bir aylık enflasyon ortalamasıyla yıllık enflasyon ekim ayında %46 ve kasım ayında %44 dolayına düşerek, TCMB’ye kasım veya aralık ayında faiz indirimine başlama şansını verebilir. %2,5’lik bir aylık enflasyon ortalamasıyla ise yıllık enflasyon ekim ayında %47,5 ve kasım ayında %46 dolayında olacaktır. Bunlar da kasım veya aralık ayında faiz indirimine başlamak için gerekçe sağlayabilir ama bu gerekçe önceki senaryodaki kadar ikna edici olmayacaktır.

SONUÇ

19 Eylül’deki Para Politikası Kurulu Kararı “ağustos ayında aylık enflasyona dair göstergeler bir bütün olarak incelendiğinde, ana eğilimin belirgin bir değişim sergilemediği değerlendirilmiştir” saptamasını içeriyordu. Eğer aylık enflasyonun ana eğiliminde son dört ayda da ciddi bir kırılma olmazsa ve TCMB de bugüne kadar yaptığı açıklamalara sadık kalabilirse, faiz indiriminin 2025’ten önce başlaması zor görünüyor. Anladığım kadarıyla, aynı metinde “temel mal enflasyonu sınırlı bir artışla düşük seyretmeye devam ederken, hizmet enflasyonundaki iyileşmenin son çeyrekte gerçekleşmesi beklenmektedir” diyen TCMB, böyle bir kırılmanın olabileceğini ve kasım veya aralık ayında faiz indirimine başlama fırsatını bulabileceğini umuyor. Artık neler olacağını verilere bakarak takip edeceğiz.

14 Eylül 2024 Cumartesi

Ayrı telden çalan üç enflasyon beklentisi: Hangisine güvenelim?

Enflasyon beklentisi olarak yakın zamana kadar elimizde sadece TCMB Piyasa Katılımcıları Anketi’ndeki 12 ay sonrasına ilişkin enflasyon beklentisi vardı. Bu anket 2001 yılından beri yapılıyor ve o zamandan beri de sonuçları açıklanıyor. Gerçi o zamanlar adı TCMB Beklenti Anketi idi ve bu isim açıklanan sonuçlar TCMB’nin kendi beklentileri sanılıyor diye sonradan değiştirildi ama içerik değişmedi. Şu anda ise elimizde üç adet enflasyon beklentisi var. TCMB birkaç ay önce Tüketici Eğilim Anketi ile toplanan hanehalkının enflasyon beklentilerini ve İktisadi Yönelim Anketi ile toplanan reel sektörün enflasyon beklentilerini de açıklamaya başladı. Reel sektörün enflasyon beklentilerinin toplandığını epeydir biliyorduk, hanehalkının enflasyon beklentilerinin toplandığından ise bu yılın başlarında haberdar olmuştuk. Aslında bunlar da epeydir toplanıyormuş ama nedense yayınlanmıyordu. Yayınlanmaya başlaması iyi oldu.

Ancak bu üç enflasyon beklentisi ayrı telden çalıyor. Mesela geçen ağustos ayına ait verilere göre, piyasa katılımcılarının 12 ay sonrasına ilişkin yıllık enflasyon beklentisi %28,7 iken, reel sektörün beklentisi %53,8’i, hanehalkının beklentisi ise %73,1’i buluyor. Bu da enflasyonun gelecekteki seyri konusunda hangisinin daha güvenilir bir kılavuz olabileceği sorusunu gündeme getiriyor.

Bu soruyu yanıtlamak için geçmiş verileri inceleyerek gerçekleşen enflasyona hangisinin daha yakın olduğuna bakabiliriz. Elimizde bu analiz için kullanabileceğimiz 104 adet aylık gözlem var. TCMB’nin elektronik veri dağıtım sisteminden üç anketle Ocak 2015-Ağustos 2024 döneminde derlenen 12 ay sonrasına ilişkin enflasyon beklentilerine ulaşabiliyoruz. Bunları Ocak 2016-Ağustos 2024 dönemindeki gerçekleşen enflasyon verileriyle karşılaştırabiliriz. Ancak ham verilerle çizilecek bir grafikten anlam çıkarmak zor olacaktır. Bu nedenle üç enflasyon beklentisinin her birinin gerçekleşen enflasyondan farkını almayı tercih ettim. Böylece beklentilerin gerçekleşmeden ne kadar saptığını görebiliriz. Bu veriler aşağıdaki grafikte yer alıyor.

Bu grafiğin gösterdiklerini şöyle özetleyebiliriz.

Birincisi, hanehalkının enflasyon beklentisinin genellikle gerçekleşmelerin çok üzerinde olduğu görülüyor. Hanehalkının en isabetli tahminleri, artık “Papaz krizi” diye tarihimize geçmiş olan 2018’deki kur ve dolayısıyla enflasyon sıçraması döneminde gerçekleşmiş. 2021’in sonu ile 2022’de Yeni Ekonomi Modeli (YEM) deneyinin enflasyonda yarattığı sıçramayı ise hep çok yüksek beklentilere sahip olan hanehalkı bile öngörememiş ve 2022’deki gerçekleşmeler bir önceki yıl beyan ettiği beklentilerin çok üzerinde olmuş. Sonrasında hanehalkı beklentilerini enflasyonun yeni düzeyine uyarlamış ve bunlar 2024’ün mayıs-temmuz dönemi hariç gerçekleşmeleri yine epeyce aşmaya başlamış. Kısacası, hanehalkının beklentileri enflasyonun geleceğini öngörmek konusunda pek de faydalı gibi görünmüyor.

İkincisi, enflasyonun nispeten düşük olduğu dönemde piyasa katılımcıları ile reel sektörün enflasyon beklentilerinin gerçekleşmelerden sapmalarının birbirine çok yakın olduğu fakat sonrasında gerçekleşen enflasyon yükseldikçe ayrışmaya başladığı dikkati çekiyor. İlk ayrışma 2019’un sonlarında başlamış ama esas büyük ayrışma 2023’ten itibaren ortaya çıkmış. Bu son dönemde reel sektörün beklentilerindeki sapmanın piyasa katılımcılarının beklentilerindeki sapmadan daha düşük olduğu açıkça görülüyor. Buna dayanarak enflasyonun geleceğini öngörmek için reel sektörün beklentilerinin piyasa katılımcılarının beklentilerinden daha iyi bir kılavuz olduğunu söyleyebiliriz. Ama üç beklenti içinde en iyisi olarak görünse de reel sektörün beklentilerinin de gerçekleşen enflasyondan epeyce saptığını kabul etmek zorundayız.

Kaba gözlemlerle ulaştığımız bu sonucu basit istatistik testlerle destekleyebiliriz. Bunu yaparken dönemi YEM deneyi öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırıp alt dönemler için de istatistikler hesaplayacağım. Bu amaçla ekonometride alternatif öngörü modellerinin başarısını ölçmek için sık kullanılan ve “kök ortalama kare hata” (root mean square error: RMSE) adı verilen istatistikten yararlanacağım. Bu istatistik şöyle hesaplanıyor: Önce grafikte gördüğünüz her bir sapmanın karesi alınıyor, sonra bunlar toplanıyor, daha sonra bu toplam gözlem sayısına bölünerek aritmetik ortalama bulunuyor, en son olarak da bu ortalamanın karekökü hesaplanıyor. Karşılaştırma sonucunda da hangi modelin RMSE istatistiği daha düşükse onun daha iyi bir model olduğu kabul ediliyor.

Bu istatistiği Ocak 2016-Ağustos 2024 döneminin tamamı için hesapladığımızda, piyasa katılımcıları için 24,6, reel sektör için 20,6 ve hanehalkı için 21 değerlerine ulaşıyoruz. Yani dönemin tamamı için en isabetli öngörüler reel sektörden gelirken en kötü öngörüler ise piyasa katılımcılarından gelmiş. YEM deneyi öncesi (Ocak 2016-Kasım 2021) için bu değerler sırasıyla 6,3, 5,8 ve 19,2 olarak çıkıyor. Yani bu dönemde en isabetli öngörüler yine reel sektörden gelirken en kötü öngörüler ise açık ara hanehalkından gelmiş bulunuyor. YEM deneyi sonrası (Aralık 2021-Ağustos 2024) için ise bu değerler yine sırasıyla 42,6, 35,5 ve 24,4 olarak hesaplanıyor. Yani bu dönemde en isabetli öngörüler hanehalkından gelirken en kötü öngörüler ise piyasa katılımcılarından gelmiş. Tabii grafikten açıkça gördüğümüz gibi, bu dönemde hanehalkının öngörülerinin daha isabetli çıkması, piyasa katılımcıları ve reel sektöre kıyasla, 2022 yılında beklentilerinin gerçekleşmelerden daha az sapmış olmasından kaynaklanıyor. Fakat aşırı yüksek RMSE değerleri bu son dönemde her üç anketteki beklentilerin de gerçekleşmelerden çok fazla sapma gösterdiğini ifade ediyor.

Merak bu ya, bir de gelecekteki enflasyonun hep geçmişteki enflasyon kadar olacağı beklentisi için RMSE istatistiklerini hesapladım. Yukarıdaki tablonun son sütununda görebileceğiniz gibi, o bile piyasa katılımcılarının beklentilerine göre daha başarılı öngörülere işaret ediyor.

Sonuç olarak, üç enflasyon beklentisi içinde en güvenilir olanı reel sektörün beklentileri gibi görünüyor. Anlaşılan o ki piyasa katılımcılarının beklentileri TCMB’nin hedef ve tahminlerinden aşırı derecede etkileniyor ve bu nedenle de pek isabetli olmuyor. Hanehalkının beklentilerinin de çok abartılı olduğu gözleniyor. Fakat en güvenilir beklentiler reel sektörün beklentileri gibi görünse de fiyat istikrarının tamamen kaybolduğu mevcut dönemde ona da bel bağlamak doğru değil gibi. Bence bir süre daha en iyi kılavuz olarak gerçekleşen enflasyonu takip etmekte fayda var.

13 Nisan 2023 Perşembe

Ekonomik oy verme teorisi: Ekonomideki durumun seçim sonuçlarına etkisi

Dünyanın her yerinde hükümetler seçime doğru gidilirken bütçede kesenin ağzını açar ve ekonomiyi canlandırmak için kamu harcamalarına hız verir. Türkiye'de "seçim ekonomisi" adı verilen bu uygulamaya gidilmesi boşuna değildir. Her ne kadar her ülkede takım tutar gibi parti tutan ve hep aynı partiye oy veren bir "ideolojik seçmen" kitlesi varsa da oy tercihini geçim durumuna bakarak yapan ciddi bir seçmen kitlesi de vardır. İktidar için yarışan partilerin ideolojik seçmen sayıları birbirine yakın olduğunda, seçimi kimin kazanacağını bu seçmenlerin oyları belirler. Bu "ekonomik oy verme teorisi" üzerine özellikle ABD'de yapılmış çok sayıda çalışma var. Türkiye'de de bu konuda yapılmış çalışmalar mevcut. Türkiye üzerine özellikle Illinois Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ali T. Akarca'nın yaptığı çalışmalar meşhurdur.

Akarca'nın künyesini aşağıda görebileceğiniz* 2019 tarihli bir çalışmasında, Türkiye'de 1950'den bu yana yapılmış olan 35 genel, yerel, ara (eksilen milletvekillikleri için yapılan seçim), senato (1961-1980 arasında TBMM'ye ek olarak bir de Cumhuriyet Senatosu vardı) seçimin sonuçlarını ve bu seçimlere gidilirken ekonomik büyüme ve enflasyonun durumunu gösteren bir tablo var. Ben sadece bu tablodaki verileri aldım ve en sevdiğim grafik türü olan serpme diyagramına yerleştirdim. Doğrusu özellikle enflasyon ile seçim sonuçları arasındaki ilişki beni bile şaşırttı. Türkiye'de seçmenin daha çok ekonomik büyümeye önem verdiği, enflasyonu o kadar dikkate almadığı görüşü yaygındır. Fakat Akarca'nın (2019) verileri tam tersi bir sonuca işaret ediyor.

Aşağıdaki grafikte seçime gidilirken son bir yıllık dönemdeki enflasyon ile iktidardaki partinin veya iktidarda bir koalisyon hükümeti varsa en büyük koalisyon ortağının seçimde aldığı oy arasındaki ilişki görülüyor. Türkiye'de 1950'den beri yapılan 35 seçimden 2'si askeri yönetim dönemlerinde gerçekleştirildiği için geri kalan 33 gözlemden elde edilen bu grafik R-kare değeri 0,62 olan güçlü bir negatif korelasyona (korelasyon katsayısı -0,79) işaret ediyor. Bu da yüksek enflasyon dönemlerinde iktidar partisinin oylarının düştüğü anlamına geliyor. Elbette bu sonuçlar bazı açılardan tartışılabilir. Mesela yüksek enflasyon dönemleri genellikle koalisyon dönemlerine denk geldiği için iktidardaki en büyük partinin oyunun düşük olması normal görülebilir. Fakat koalisyon dönemlerinde iktidardaki en büyük partinin değil de tüm koalisyon ortaklarının oyu dikkate alındığında da R-kare değeri 0,49 olan bir negatif korelasyon (korelasyon katsayısı -0,70) çıkıyor. Ya da bütün seçimlerin aynı kefeye konulmasının doğru olmadığı, mesela genel seçimlerle yerel seçimlerin farklı dinamiklere sahip olduğu iddia edilebilir. Fakat sadece genel seçimlerin sonuçlarını dikkate aldığımızda da R-kare değeri 0,65 olan bir negatif korelasyon (korelasyon katsayısı -0,80) ile karşılaşıyoruz. Nedensellik veya şimdi benim aklıma gelmeyen başka açılardan da konu ele alınıp tartışılabilir ve bunlar akademik çalışmaya dönüştürülürse de literatürü zenginleştirebilir. Fakat şimdilik elimizdeki veriler Türkiye'de enflasyon ile seçim sonuçları arasında güçlü bir ilişki olduğunu düşünmek için yeterli gibi görünüyor.


Aşağıdaki grafikte ise seçime gidilirken son bir yıllık dönemde reel kişi başına gelirde yaşanan değişim ile iktidardaki partinin veya iktidarda bir koalisyon hükümeti varsa en büyük koalisyon ortağının seçimde aldığı oy arasındaki ilişki görülüyor. Burada R-kare değeri 0,09 olan pozitif ama zayıf bir korelasyon var. Koalisyon dönemlerinde iktidardaki en büyük partinin değil de tüm koalisyon ortaklarının oyu dikkate alındığında R-kare değeri 0,11'e çıkıyor ama yine de düşük kalıyor. Sadece genel seçimler dikkate alındığında da sonuç fazla değişmiyor; R-kare değeri 0,12 olan pozitif ama zayıf bir korelasyon ile karşılaşıyoruz. Bu sonuçlar da elbette çeşitli açılardan tartışılabilir ve akademik çalışmaya dönüştürülürse de literatüre katkıda bulunabilir. Fakat şimdilik elimizdeki verilerin Türkiye'de ekonomik büyüme ile seçim sonuçları arasında zayıf bir ilişki olduğuna işaret ettiğini söyleyebiliriz.


Bu bilgiler ışığında 14 Mayıs'ta yapılacak genel seçimin olası sonuçları için ne söyleyebiliriz? Bu seçim için Akarca'nın (2019) verilerine eklememiz gereken ilk çeyrek döneme ilişkin enflasyon ve büyüme verileri henüz elimizde değil ama 14 Mayıs'a epey yüksek bir enflasyon ve düşük bir büyüme oranıyla girecek gibi görünüyoruz. Bu da iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) oyunda ciddi bir düşüş yaşanabileceği anlamına geliyor. Aslında iş sadece ekonomiye kalsa bu düşüş dramatik boyutlara ulaşabilir. Mesela yukarıdaki grafiklerdeki veriler kullanılarak enflasyon ve büyümeyi içeren iki bağımsız değişkenli basit bir modelden elde edilen katsayılarla ve seçime %1 büyüme ve %50 enflasyonla girileceği varsayımıyla, iktidardaki AKP'nin bu seçimde alabileceği oy %27 civarı olarak çıkıyor**. Ancak AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan'ın nasıl bir "kutuplaştırma ustası" olduğunu ve partisinin ideolojik oylarını maksimize etme yeteneğini son 20 yıldaki tecrübemizden, özellikle de 2015 yılında yapılan iki genel seçimden, çok iyi biliyoruz. Bu nedenle ekonomideki kötü duruma rağmen AKP'nin oyunda çok dramatik bir düşüş beklemek gerçekçi görünmüyor. Nitekim, her ne kadar güvenilirlikleri şüpheli olsa da, yapılan anketler AKP için genellikle %30-40 arasında oya işaret ediyor. Bu arada artık hükümeti en yüksek oy alan parti değil de cumhurbaşkanlığı seçimini kazanan kişi kuruyor. Ekonomideki durum elbette cumhurbaşkanlığı seçimindeki oylara da yansıyacaktır. Bakalım Erdoğan'ın meşhur kutuplaştırma ustalığı ve ideolojik oylarını maksimize etme yeteneği hem kendi koltuğunu hem de AKP'nin TBMM'deki konumunu korumaya yetecek mi; hep beraber göreceğiz.

   

*) Akarca, A. T., 2019, "Economic voting in Turkey: single- vs. multi-party governments", Southeast European and Black Sea Studies, 19 (4), 523-539.

**) Buyurun katsayıları vereyim: sabit terim: 46,37; büyüme katsayısı: 0,68; enflasyon katsayısı: -0,39. Siz bunlarla ve kendi büyüme ve enflasyon varsayımlarınızla farklı sonuçlar hesaplayabilirsiniz. Yapacağınız iş ilgili katsayıları varsaydığınız büyüme ve enflasyon oranlarıyla çarpmak ve sonra da buradan elde ettiğiniz değerleri sabit terimle toplamaktan ibaret.               

2 Mart 2023 Perşembe

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin ekonomik performansı

Türkiye 16 Nisan 2017'de yapılan referandumla parlamenter sistemden Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi (CHS) adı verilen yönetim biçimine geçmeyi kabul etti; 24 Haziran 2018 seçimlerinden sonra ise resmen bu sisteme geçti. 2022 yılının bitmesiyle birlikte bu sistemin ilk beş yılı geride kaldı; 28 Şubat'ta 2022 yılının gayrisafi yurtiçi hasıla (GSYH) verilerinin yayınlanmasıyla birlikte de bu dönemin temel ekonomik göstergeleri ortaya çıkmış oldu. Öyleyse şimdi bu sistemin ekonomideki performansını analiz etmenin tam zamanıdır.

O zaman da cumhurbaşkanı olan Recep Tayyip Erdoğan, 24 Haziran 2018 seçimlerinden önce, "24'ünde siz bu kardeşinize yetkiyi verin, ondan sonra bu faizle, şunla bunla nasıl uğraşılır göreceksiniz" demişti. Gördük. Erdoğan faizle öyle bir uğraştı ki, bunun için Merkez Bankası başkanını üç kez, Hazine ve Maliye bakanını iki kez değiştirmekten çekinmedi. Sonunda en azından para politikası faizini tek haneye kadar indirdi. Ama bunun ekonomideki sonuçları, öyle sanıyorum ki, pek de umduğu gibi olmadı. Bu dönemde neler yaşandığını hepimiz biliyoruz: Rahip Brunson krizi, Koronavirüs krizi, Türkiye Ekonomi Modeli, Kur Korumalı Mevduat uygulaması vb. O yüzden bunları tekrarlayıp laf kalabalığı yapmak yerine direkt göstergelere bakalım.

Genelde ekonominin beş temel göstergesi olduğu kabul edilir. Bu göstergeler GSYH büyüme oranı, enflasyon oranı, işsizlik oranı, cari işlemler dengesinin GSYH'ye oranı ve bütçe dengesinin GSYH'ye oranıdır. Bunlardan ilkinin mümkün olduğu kadar yüksek, ikincisi ve üçüncüsünün mümkün olduğu kadar düşük, Türkiye'de genellikle negatif değer alan son ikisinin ise mümkün olduğu kadar sıfıra yakın olması istenir. Ben bunlara bir de bir gelir dağılımı ölçüsü olarak işgücü ödemelerinin GSYH'ye oranını ekleyeceğim. Ücretli emeğin toplam gelirdeki payını gösterdiği ve toplumda emekçiler çoğunlukta olduğu için bunun da mümkün olduğu kadar yüksek olması arzu edilir.


Yukarıdaki tabloda bu altı göstergenin CHS dönemindeki yıllık değerlerini veriyorum. Ekonomik büyümenin ilk üç yılda oldukça düşük olduğu ama son iki yılda toparlandığı dikkati çekiyor. 2021 yılında büyüme oranı çift haneye kadar ulaşmış görünüyor. Enflasyonun hep çok yüksek olduğu, ilk dört yılda %10'larda iken beşinci yıl bir sıçramayla %70'i aştığı görülüyor. İşsizlik oranı 2019'da %13,7'ye kadar çıktıktan sonra 2022'de %10,5'e kadar inmiş ama hep çift haneli olarak gerçekleşmiş bulunuyor. Cari işlemler dengesinin GSYH'ye oranı oldukça dalgalı seyretmiş, 2019 yılında %1,4 fazla vermişken 2022'de %5,4 açığa dönüşmüş görünüyor. Bütçe açığının GSYH oranının 2020'de %3,5'e kadar çıktığı ama 2022'de %0,9'a indiği dikkati çekiyor. İşgücü ödemelerinin GSYH'ye oranı 2019'da %31,3'e yükselmiş ama 2022'de %23,7'ye kadar düşmüş bulunuyor. Bu gelir dağılımında ciddi bir bozulmaya işaret ediyor.

Bu göstergelere bu şekilde bakmak da bir fikir verse de CHS'nin ekonomik performansını daha iyi görmek için seçili bir dönemle kıyaslamak daha iyi olacaktır. Böyle durumlarda kıyaslama genellikle aynı uzunluktaki geçmiş dönemle yapılır. Bu amaçla söz konusu altı göstergenin CHS dönemine karşılık gelen 2018-2022 dönemi ortalamalarını hesapladım ve bunları 2013-2017 dönemi ortalamalarıyla kıyasladım. Aşağıdaki grafikte bunlar yer almaktadır. 


Bu grafik altı göstergenin beşinde bozulma olduğunu, sadece birinde iyileşme yaşandığını ifade ediyor. CHS döneminde önceki beş yıllık döneme göre ekonomik büyüme 1,6 puan ve işgücü ödemelerinin GSYH'ye oranı 1,4 puan düşerken, enflasyon oranı 18,5 puan, işsizlik oranı 1,9 puan ve bütçe açığının GSYH'ye oranı 1,2 puan yükselmiş görünüyor. Bunlar bozulma demektir. Cari işlemler açığının GSYH'ye oranı ise 1,7 puan düşmüş bulunuyor ve bu da iyileşme anlamına geliyor. Ek olarak, CHS dönemine denk gelen yıllara 1 diğer yıllara 0 değerinin verildiği bir kukla değişkenin yer aldığı basit modellerle bu farklılıkların istatistiksel anlamlılığına da baktım. Bu modellerde enflasyon, işsizlik ve bütçe dengesindeki bozulma ile cari işlemler dengesindeki iyileşmenin istatistiksel olarak anlamlı olduğu bulgusuna ulaştım.

Özetlersek, CHS'nin ekonomik performansının oldukça kötü olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönemde önceki beş yıllık döneme göre ekonomik büyüme yavaşlamış, enflasyon ve işsizlik yükselmiş, gelir dağılımı bozulmuş ve bütçe dengesi kötüleşmiştir. Sadece cari işlemler dengesinde iyileşme görülmektedir. O da büyük ölçüde ekonomideki yavaşlamadan kaynaklandığı için olumlu bir gelişmeye işaret edip etmediği tartışmalıdır. Öte yandan ekonomik büyümeye ve enflasyona ilişkin ölçme sorunlarının varlığı bu iki göstergedeki bozulmanın burada gördüğümüzden daha fazla olabileceğini düşündürmektedir.

Peki neden böyle oldu? İktidar çevrelerine soracak olursak bu soruya Koronavirüs krizi ve Rusya-Ukrayna Savaşı gibi küresel faktörler nedeniyle böyle olduğu yanıtını verecekleri kesindir. Bana sorarsanız, küresel faktörlerin de etkisi olmakla birlikte, esas nedenin bilimsel dayanağı olmayan yanlış ekonomi politikalarının uygulanması olduğu kanaatindeyim. Neredeyse bütün iktisatçıların enflasyon düşmeden faizi düşürürseniz kurları fırlatır ve enflasyonu sıçratırsınız diye uyarmasına rağmen bunun yapılması ve tam da iktisatçıların beklediğinin olması bu söylediğimin kanıtıdır. Bu yanlış politikalar olmasa muhtemelen ekonomide bu kadar kötü bir tablo ile karşılaşmayacaktık. CHS'ye geçilirken, bütün gücü cumhurbaşkanının elinde toplayarak yanlış politikaların uygulanması ihtimalini arttırması nedeniyle endişeler vardı. Maalesef CHS'nin ilk dönemindeki uygulamalar bu endişeleri haklı çıkardı. Böyle devam ederse CHS'nin ikinci döneminde de benzer bir tabloyla karşılaşabiliriz.     

3 Ocak 2023 Salı

Bir istatistik hikayesi: Tüketim patlamasının sırrı

Ekonomide her şey  her şeyi az ya da çok etkiler. Ekonomide her şeyin her şeyi az ya da çok etkilemesi demek ekonomiyle ilgili istatistiklerin de az ya da çok ilişkili olması demektir. Bu bir istatistikte yapılan bir "ölçme hatası"nın bir başka istatistiğe yansıyacağı, ondan öbürüne geçeceği ve böyle sürüp gideceği anlamına gelir. Bunlardan birkaçına bir açıklama getirilebilse bile en baştaki ölçme hatasının eninde sonunda akıl ve mantıkla açıklanamayacak bir yerde patlaması muhtemeldir.

Bunun bir örneğini 2022 yılında ülkemizde yaşadık. Olay Tüketici Fiyat Endeksi'nde başladı. Aslında bu olayın evveliyatı da var ama 2022'de enflasyonda yaşanan büyük patlamaya kadar göze çok fazla batmamıştı. Ancak 2022'de yaşananlardan sonra akıl ve mantık ölçülerinin iyice dışına taştı.

Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE) yıllık enflasyonu ile Üretici Fiyat Endeksi (ÜFE) yıllık enflasyonu arasında bir süredir ikincisi lehine ciddi bir fark vardı. Bu fark enflasyon yükseldikçe artmaya başladı. Tüketici enflasyonu yaz aylarında %80'lere otururken üretici enflasyonunun yükselmeye devam edip %150'lere kadar varmasıyla aradaki fark iyice göz çıkarır hale geldi. ÜFE işletmelerin üretimde kullanmak üzere satın aldıkları ürünlerin fiyatlarındaki değişimi, TÜFE ise tüketicilerin satın aldıkları mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki değişimi ölçer. Bu nedenle TÜFE'nin ÜFE'nin altında kalması işletmelerin maliyet artışlarını tüketiciye yansıtamadıkları şeklinde yorumlanır. ÜFE ile TÜFE arasındaki fark açıldıkça bu yorum inandırıcılığını kaybetse de 2022 yılındaki durum da genelde böyle yorumlandı.


2022'de enflasyonda bunlar yaşanırken büyüme cephesinde ve özellikle de hanehalkı tüketiminde de ilginç gelişmeler oldu. Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) verilerine bakılırsa, ekonomi daha önce enflasyonda sıçrama yaşanan dönemlerde alıştığımızın tersine büyümeye devam etti. Bunu Merkez Bankası'nın önceki benzer dönemlerin aksine bu kez faizleri artırmak yerine düşürmesinin iç talebi canlı tutmasına bağlayanlar oldu. Gerçekten de yine TÜİK'in verilerine göre hanehalkı tüketiminde reel olarak olağanüstü bir artış gözleniyordu. 2021'in son çeyreği ile 2022'in ilk üç çeyreğinde hane halkı tüketiminde yaşanan reel artış %20 civarına oturmuş görünüyordu ki, pandemiden çıkış sonrası baz etkisi kaynaklı olarak 2021'in ikinci çeyreğinde yaşanan hariç, daha önce bu kadar yüksek artışlar görülmüş değildi. Ekonomik büyüme ile hanehalkı tüketimindeki reel artış arasındaki fark da daha önce görülmemiş düzeylere yükselmişti. Büyüme cephesinde yaşanan bu gelişmelere de hemen bir açıklama bulundu. Bu açıklamaya göre enflasyon yükselirken faizlerin düşük tutulmasıyla parasının reel olarak hızla eridiğini gören hanehalkı harcama yapmaya koşmuştu. Hanehalkı tüketimindeki yüksek artış da ekonomik büyümenin devam etmesi de işte bundan kaynaklanıyordu.


Yukarıda TÜFE'nin ÜFE'nin gerisinde kalmasının nedeni olarak işletmelerin maliyetlerini tüketicilere yansıtmaktan çekindikleri açıklamasının yapıldığını görmüştük. Şimdi ise tüketimde bir patlama yaşandığını ve buna neden olarak da hanehalkının harcamaya koşmasının gösterildiğini görüyoruz. Bu iki açıklama arasında bir çelişki var. Eğer talepte böyle bir patlama varsa işletmeler neden maliyetlerini tüketiciye yansıtmaktan çekinsin? Eğer ekonomide işletmelerin maliyetlerini tüketiciye yansıtmaktan çekindikleri bir ortam varsa tüketimde nasıl böyle bir patlama meydana gelsin? Bu durum Nasrettin Hoca'nın "kedi ile ciğer" fıkrasını hatırlatıyor.

Çok daha önce anormallik göstermeye başlayan ama bu anormalliğin 2022'de iyice göz çıkarmaya başladığı bir istatistik daha var. Bunu da harcamalar yöntemiyle hesaplanan reel gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) verilerindeki stok değişimi kalemi oluşturuyor. Aslında TÜİK cari fiyatlı seride hesapladığı stok değişimini reel fiyatlı seride hesaplamıyor. Ama iktisatçılar üretim yöntemiyle hesaplanan reel GSYH ile harcamalar yöntemiyle hesaplanan reel GSYH'deki harcama kalemlerinin toplamı arasındaki farkı alarak bunu kolayca hesaplayabiliyor. Ekonomik büyüme üretim yöntemiyle hesaplanan reel GSYH üzerinden hesaplanır. Uzun dönemde üretim ile harcamaların eşit olması gerekir ama kısa dönemde bu eşitlik sağlanamayabilir. Kısa dönemde bazen üretim tüketimi aşar ve aradaki fark stoklanır; bazen de üretimden fazla tüketim yapılır ve aradaki fark stoktan karşılanır. Normalde stokların zaman içinde dalgalanma göstermesi beklenir. Çünkü talep düşüp stoklar birikmeye başladığı zaman üreticilerin üretimi kısması, talep artıp stoklar azalmaya başladığı zaman da üreticilerin üretimi artırması beklenir. Bir ekonomide sürekli stok biriktirilmesi veya sürekli stoktan harcama yapılması pek mümkün değildir. Eğer böyle bir durum varsa bu hesaplarda bir hata yapıldığına işaret eder. İşte Türkiye'deki veriler de aynen buna işaret ediyor. TÜİK'in verilerine bakılırsa Türkiye ekonomisi 1998-2011 arasında neredeyse sürekli olarak stok biriktirmiş durumda ve 2011'den bu yana ise neredeyse sürekli stoklardan harcama yapıyor. 2022'de stoklardan yapılan harcama iyice inanılmaz bir büyüklüğe ulaşmış bulunuyor.


Yukarıda garip davranışlar sergileyen üç istatistikten bahsettik. Bu üçü arasında bir bağlantı var. Bu bağlantı GSYH büyüklüklerinin önce cari fiyatlarla hesaplanmasından ve daha sonra uygun fiyat deflatörleri kullanılarak reel hale getirilmesinden kaynaklanıyor. Anlaşılan o ki, artık nasıl bir ölçüm hatasından kaynaklanıyorsa, tüketici enflasyonu olduğundan düşük hesaplanıyor. Tüketici enflasyonunun düşük hesaplanması hanehalkı tüketimindeki reel değişimi hesaplamak için kullanılan hanehalkı tüketimi deflatörünün de düşük hesaplanmasına neden oluyor gibi görünüyor. Bu da hanehalkı tüketimindeki reel artışın yüksek hesaplanmasına yol açıyor. Bu durum harcamalar yöntemiyle hesaplanan reel GSYH'deki harcamalar toplamının üretim yöntemiyle hesaplanan reel GSYH'nin çok üzerine çıkması sonucunu veriyor. Bu da bu ikisi arasındaki farktan kalıntı yöntemiyle hesaplanan reel stok değişimini inanılmaz boyutlara taşıyor.

Bu noktada yakın zamana kadar birbirine çok yakın gerçekleşen TÜFE'deki yıllık değişim ile hanehalkı tüketimi deflatöründeki yıllık değişimin son iki çeyrekte ayrışmaya başladığını ve bunun da reel hanehalkı tüketimi ile reel stok değişimindeki anormal değişimleri biraz olsun törpülediğini de belirtelim. Eğer böyle olmasa ve hanehalkı tüketimi deflatörü tam olarak TÜFE kadar artış gösterse mesela 2022'nin üçüncü çeyreğindeki reel hanehalkı tüketimi artışı %19,9 yerine %26,7 olacak ve bunu açıklaması çok daha zorlaşacaktı. Dördüncü çeyrekte TÜFE'deki artış biraz gerileyip %77,4'e düştü. Bakalım hanehalkı tüketimi deflatöründeki artış ne kadar hesaplanacak ve buna bağlı olarak hanehalkı tüketimindeki reel artış ne olacak? Muhtemelen hanehalkı tüketiminde büyük bir artış daha göreceğiz.


En başta ne demiştik? Bir istatistikte yapılan bir "ölçme hatası" bir başka istatistiğe yansır, ondan öbürüne geçer ve böyle sürüp gider. Bunlardan birkaçına bir açıklama getirilebilse bile en baştaki ölçme hatası eninde sonunda akıl ve mantıkla açıklanamayacak bir yerde patlar. İşte Türkiye'de tüketici enflasyonundaki ölçme hatasının patladığı yer de harcamalar yöntemiyle hesaplanan reel GSYH'deki stok değişimi kalemi gibi görünüyor.

27 Eylül 2022 Salı

Türkiye'de gelir dağılımının 40 yılı

Bir ülkede üç tür gelir dağılımından bahsedilebilir. Bunlardan birincisini bölgesel gelir dağılımı (toplam gelirin ülkenin bölgeleri arasındaki bölüşümü), ikincisini fonksiyonel gelir dağılımı (toplam gelirin üretim faktörleri olan emek, sermaye, girişim ve doğa arasındaki bölüşümü), üçüncüsünü de bireysel gelir dağılımı (toplam gelirin bireyler veya hanehalkları arasındaki bölüşümü) oluşturur. Bu noktada fonksiyonel gelir dağılımında daha çok emek ve sermaye arasındaki bölüşümle ilgilenildiğini de belirtelim. Bu gelir dağılımları birbirinden bağımsız değildir, aralarında etkileşim vardır. Özellikle fonksiyonel gelir dağılımı ile bireysel gelir dağılımı arasında yakın bir ilişki olduğu kabul edilir. Üst gelir grupları daha çok sermaye sahiplerinden, orta ve alt gelir grupları ise daha çok emekçilerden oluştuğu için fonksiyonel gelir dağılımındaki bir değişimin bireysel gelir dağılımına da yansıması beklenir. 

Türkiye'de anketlerle elde edilen bireysel gelir dağılımı verileri yıllık bazda hesaplanır ve 1,5 yıl kadar gecikmeli olarak yayınlanır. Türkiye'de fonksiyonel gelir dağılımı verileri ise çeyreklik olarak hesaplanan ve sadece 2-3 aylık gecikmeyle yayınlanan gelir yöntemiyle milli gelir verilerinden kabaca da olsa elde edilebilmektedir. Bu yüzden de fonksiyonel gelir dağılımındaki gelişmeler daha göz önündedir. Ayrıca bireysel gelir dağılımına ilişkin veriler yıllık zaman serisi olarak 2002'den bu yana elde edilebilirken fonksiyonel gelir dağılımına ilişkin veriler iki ayrı milli gelir serisine dayanılarak çeyreklik olarak 1987'ye ve yıllık olarak 1980'e kadar geri gidebilmektedir.

Aşağıda bu verilerden yararlanarak oluşturduğum ve işgücü ödemelerinin gayri safi yurtiçi hasıla (GSYH) içindeki payını 1980 yılından başlayarak gösteren bir grafik var. Her ne kadar kendi hesabına çalışanların gelirlerini kapsamadığı için böyle tanımlanmasına karşı itirazlar olsa da işgücü ödemeleri kabaca emek geliri olarak kabul ediliyor. Burada bu tartışmaya girmeden bu grafiğin neler gösterdiğine ilişkin bazı yorumlar yapmak istiyorum.


1) Grafikte 1980'lerin ilk yarısında emek gelirinin GSYH içindeki payının hızla gerilediğini görüyoruz. 1980'de %27,1 olan bu oran 1986'da %19,4'e kadar iniyor. Bu dönemin ilk üç yılı 12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan askeri yönetim dönemiydi. Toplumsal muhalefetin bastırıldığı, grevlerin yasaklandığı bu dönemde ekonomide ise ihracata dayalı bir büyüme stratejisi benimsenmişti. 1983'ün sonlarında tek başına iktidara gelen ANAP aynı politikalara devam etti. 1980'de üç haneye çıkan enflasyonun 1981'de %30'lara çekilmesinin bu ortamda emekçilere hiç faydası olmadı. Bu dönemde gelir dağılımının emek aleyhine bozulması işte bunların sonucu gibi görünüyor. 

2) 1980'lerin sonu ile 1990'ların başında emek gelirinin GSYH içindeki payının hızla yükseldiği dikkati çekiyor. Bu oran 1992'de %31,9'a kadar çıkıyor. Bu dönem sendikal mücadelenin ve grev sayısının doruğa çıktığı, ANAP'ın iktidarını korumaya çalıştığı ama bunu başaramadığı ve 1991 sonunda onun yerine DYP-SHP koalisyon hükümetinin geldiği bir dönemdi. Bu dönemde enflasyon %30'lardan %60'lara tırmansa da yukarıdaki faktörlerin etkisiyle ücretlere daha yüksek oranlı zamlar yapılması bunun olumsuz etkisini telafi etti.

3) 1994 ve 1995'te emek gelirinin GSYH içindeki payı hızla düşerek %22,2'ye indi. Bu ekonominin %5,5 küçüldüğü ve enflasyonun bir kez daha üç haneye tırmandığı 1994 krizinin ürünüydü.

4) 1996-1999 arasında emek gelirinin GSYH içindeki payında bir toparlanma oldu. Bu oran 1999'da %27,7'ye çıktı. Bu dönem istikrarsız koalisyon ve azınlık hükümetlerinin birinin gelip birinin gittiği, siyasi açıdan çok çalkantılı bir dönemdi. Enflasyon %80'lere oturmuştu ve ekonomide dengeler giderek bozuluyordu. Aslında sendikal mücadele zayıftı ama belki de bu ortamda bir de emekçilerle uğraşmak zorunda kalmamak için olsa gerek ücretlere yapılan zamlar genelde enflasyonun üzerinde tutulmuştu. Mesela net asgari ücretin 1999'daki ortalaması 1998'deki düzeyini %130,7 aşıyordu. Bu dönemdeki toparlanmanın temel nedeni bu gibi görünüyor.

5) 2000 ve 2001 yıllarında emek gelirinin GSYH içindeki payında yeni bir düşüş olduğunu ve bu oranın %24,9'a indiğini görüyoruz. Bu düşüş 2000 yılı başında uygulamaya sokulan enflasyonu düşürme programının yarıda kalmasına neden olan Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerinden kaynaklandı. Bu dönemde ücret artışları hedeflenen enflasyona göre yapılmış ama evdeki hesap çarşıya uymayınca krizin faturası emekçilere çıkmıştı.

6) 2002-2006 arasında emek gelirinin GSYH içindeki payının %25 dolayında sabit kaldığı dikkati çekiyor. Son 40 yılda bu oranın böyle yatay seyrettiği bir başka dönem yok. Bu dönem 2001 krizi sonrasında devreye sokulan ve 2002 sonunda tek başına iktidara gelen AKP'nin de uygulamaya devam ettiği istikrar programıyla enflasyonun tek haneye çekildiği bir dönemdi. Bu dönemde de ücret artışları genelde hedeflenen enflasyona göre belirlenmişti ama bu kez enflasyon hedeflenenden de hızlı düşünce ücretler reel olarak bir miktar artmıştı. Fakat ücretlerdeki bu artış emekçilerin ekonomide yakalanan yıllık ortalama %7,5 dolayındaki büyümeden pay alabilecekleri kadar yüksek de olmamıştı. Netice itibariyle bu dönemde enflasyonda yaşanan düşüş ve ekonomide gerçekleşen hızlı büyüme gelir dağılımında bir iyileşme yaratmadı.

7) 2007'den 2016'ya kadar emek gelirinin GSYH içindeki payı genelde artış eğilimindeydi. Bu oran 2016'da %32 ile son 40 yıldaki en yüksek seviyesine çıktı. Bu dönemde ekonomide göreli bir istikrar vardı. Enflasyon genelde tek hanedeydi. Biraz dalgalı olmakla birlikte yıllık ortalama ekonomik büyüme ise %5 dolayındaydı. Bu dönem boyunca AKP tek başına iktidardaydı ama bu siyasi açıdan istikrarlı bir dönem değildi. İktidar partisine açılan kapatma davasına, iki anayasa referandumuna, Türkiye'nin tarihinde ilk kez bir genel seçimin tekrarlanmasına, bir askeri darbe girişimine sahne olan bu dönem AKP'nin iktidarını sağlama alma çabasıyla geçti. Muhtemelen bu çabanın bir sonucu olarak da asgari ücrete genelde enflasyonun üzerinde zamlar yapıldı. Asgari ücretin giderek "genel" ücret haline dönüşmesiyle bu zamların emek gelirinin GSYH içindeki payına etkisi de zamanla arttı. Özellikle 2016 başında yapılan %33,5'lik zam bu konuda çok etkili oldu.

8) Emek gelirinin GSYH içindeki payı 2016 yılında zirveyi gördükten sonra yeniden düşüşe geçti. Bu düşüş özellikle son üç yılda çok hızlanmış durumda. 2021'de %26,9'a inen bu oran bu yılın ilk yarısında biraz daha düşüp %24,8'e kadar geriledi. Bu dönemin temel niteliği 2017'deki referandumla cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesi ve böylece iktidarın aşırı güçlenmesi oldu. Bu güç iktidara ekonomiyi istediği gibi yönetme imkanını verdi. Bu uğurda Merkez Bankası başkanını üç kez değiştirmekten bile çekinilmedi. Ancak bu dönemde uygulanan politikaların sonuçları pek de hayırlı olmadı. 2018'de daha cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilir geçilmez ekonomide bir kriz yaşandı. Üstelik bu dönemde iktidarın şansı da pek yaver gitmedi. Tam ev yapımı krizin üstesinden gelinirmiş gibi görünürken dünyada koronavirüs krizi patladı. Bu kriz de atlatılmış gibi görünürken ve ekonomide yeni bir model denemesine girişilmişken Rusya-Ukrayna Savaşı nedeniyle dünyada işler bir kez daha karıştı. Bütün bunların sonucu enflasyonun patlaması oldu. 2016'da %7,8 olan yıllık ortalama enflasyon 2021'de %19,6'ya ulaştı, bu yıl ise %70'i aşacak gibi görünüyor. Enflasyondaki bu patlamaya net asgari ücrete ocak ayında yapılan %50,5'lik zam bile dayanamadı. Muhtemelen temmuz ayında yapılan %29,3'lük ek zam da dayanamayacak. Bu dönemde zaman zaman gerçekleşen ucuz krediye dayalı büyüme de emekçi kesime değil sermayeye yaradı. İşte son dönemde gelir dağılımının emek aleyhine bozulmasının temel nedenleri bunlar gibi görünüyor. 

Bu anlattıklarımdan, maalesef, pek de hoş bir sonuç çıkmıyor. Anlaşılan o ki Türkiye'de güçlü iktidarlar, bilerek veya bilmeyerek, gelir dağılımının emekçiler aleyhine bozulmasına neden olan politikalar izliyor. Aslında dünyada da eğilim bu yönde olduğu için bunda çok da şaşacak bir durum yok. Türkiye'de gelir dağılımında emek lehine düzelmeler sadece hükümetlerin iktidarda kalmak için halkın desteğine çok ihtiyaç duydukları dönemlerde gerçekleşiyor. Fakat bu dönemler de siyasi istikrarsızlığın had safhaya çıktığı dönemler oluyor ve elde edilen kazanımlar kalıcı hale gelmiyor. Gelir dağılımında kalıcı bir iyileşme yaşanması için hem siyasi istikrarın sağlandığı hem de emek lehine politikaların izleneceği bir döneme ihtiyaç var. Bu dönemin kendiliğinden çıkıp geleceği ise yok. Bunun için toplumun çoğunluğunun nihayetinde emekçi olduğunun farkına varması ve başka tür bölünmüşlükleri bir tarafa bırakıp güçlerini birleştirerek güçlü iktidarlara da emekten yana politikalar izlemeleri için bastırması gerekiyor.